1908' de II. Abdülhamid idaresinin ortadan kaldırılmasından sonra Türk aydınlarını düşündüren en mühim mesele, şüphesiz, artık düşünce ve hareket serbestliğine kavuşmuş ve çeşitli etnik unsurlardan kurulu geniş bir topluluğun yaşayışına yeniden yön verebilecek siyasi ideolojinin ne olabileceği meselesi idi. İmparatorluğun siyasi birliğini sürdürebilmek düşüncesi ile 1860'tan sonra rağbet bulan "Osmanlıcılık" ideolojisi, aynı düşünce ile, II. Meşrutiyet'in ilk yıllarında da rağbet gördü. Ancak, Balkan Harbi (18 Ekim 1912-22 Temmuz 1913) Hıristiyan unsurların imparatorluğa karşı tutumlarını kesin bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Arnavutluk isyanı ve Araplarla Kürtler arasında gerek yabancı ve gerekse milliyetçi etnik güçlerce başlatılan bazı ayaklanma hareketleri, imparatorluğun siyasi bütünlüğünün sürdürülmesi bakımından, Müslüman unsurların da tam bir anlaşma içinde bulunmadığını göstermekte idi. Osmanlıcılık ideolojisinin böylece iflası, gerçekler karşısında, bu ideolojinin tamamıyla safçasına ve hatta imparatorluğun geleceği için tehlikeli olduğu inancında bulunan bazı aydınları haklı çıkardı. Bunun üzerine, 1908' den sonra, ilk belirtileri daha önce görülen "İslamcılık" ve "Türkçülük" ideolojileri çevresinde toplaşmalar başladı.
Müslüman milletleri kalkındırmak ve birleştirmek suretiyle Hıristiyan aleminin karşısında bir denge gücü kurmak esasına dayanan, Tanzimat devrinin bazı aydınları arasında rağbet görüp II. Abdülhamid tarafından da desteklenen İslamcılık ideolojisi, 1908' den sonra daha gelişerek, edebiyat alanında Mehmed Akif ile en kuvvetli temsilcisini yetiştirdi. Bu devirde bu ideolojiyi savunanlar arasında Said Halim Paşa (1863-1921), M. Şemseddin (Günaltay) (1883-1961), Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1865-1919), Hacı Zihni Efendi (ölm. 1913) ve Eşref Edib zikr edilebilir. Ancak, İslamcılık ideolojisinin Balkan Harbi'nden sonraki gelişmesinde, "Balkanlar'daki Hıristiyan unsurlardan sonra, Müslüman unsurların da imparatorluktan kopmasını önlemek" kaygısının da yer aldığını kaydetmek gerekir. Fakat, bütün çabalamalara rağmen, bu ideoloji etrafında büyük bir toplaşma görülmez.
Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri önce siyaset alanında görülüp edebiyata oradan geçtikleri halde, Milliyetçilik ideolojisi, tersine olarak, önce edebiyat ve fikir adamları tarafından ortaya atılmış ve siyaset alanına oradan geçmiştir. Türkiye'de, Tanzimat devrine kadar Türk olarak yalnız Osmanlı Türklerinin anlaşılmasına karşılık, Tanzimat devrinde Türk kelimesi -anlamı birdenbire genişleyerek - dünyada çeşitli adlar altında devlet kurmuş, yaşamış ve yaşayan bütün Türkler için kullanılmağa başlamıştır. Harzem hanlarından Ebulgazi Bahadır Han (1603-1663) ın aynı isimdeki Çağatayca eserinden yaptığı Şecere-i Türki tercümesi (1864) ile ilk defa Ahmed Vefık Paşa (1823-1891) nın getirdiği bu görüşü, - batılı türkologların Genel Türk Tarihi hakkındaki çalışmalarından da faydalanılarak- Süleyman Paşa (1838-1892) nın Tarih-i Alem (1876) inde ve Ahmed Midhat'ın Ahmed Metin ve Şirzad (1891) adlı romanında verilen bilgi takip eder. Tarihi noktadan hareket eden bu "Bütün Türklük" düşüncesinden ayrı olarak, dil yolundan gidilmek suretiyle yapılan çalışmalar da aynı düşüncenin yayılmasında tesirli olmuştur. Bu hususta ilk adım olarak, yine Ahmed Vefık Paşa'nın Lehce-i Osmani (1876) adlı sözlüğünü ve onun önsözünü kaydetmek yerinde olur.
İmparatorluğun siyasi bütünlüğünü sürdürebilmek için İslamcılık politikasını benimseyen II. Abdülhamid idaresinin milliyetçilik hareketleri karşısındaki aykırı tutumuna rağmen, 1896'dan sonra, "Türklüğün bütünlüğü" fikrini telkin eden çalışmaların devam ettiği görülür. Devrin tanınmış gazetecilerinden Ahmed Cevdet (1862-1936) in çıkardığı ve "Osmanlı" adı eksik bulunarak başlığının altına "Türk gazetesidir" diye yazılan İkdam (1894) gazetesinde bu düşünceyi tutan yazıların çıkması ve "Osmanlıca- Türkçe" münakaşalarına yer verilmesi, hükümetçe dil münakaşalarını o yasak edilmesine yol' açtı. Bununla beraber, Necib Asım (1861-1926) ın Leon Cahun (Leon Kahön) ün Asya Tarihine Giriş adlı eserini genişletmek suretiyle meydana getirdiği Türk Tarihi (1900), önsözünde Türkçecin tarihi ve aktüel durumunu ilmi bir şekilde ilk defa açıklamaya çalışan Şemseddin Sami'nin Kaamus-ı Türki (1901) ve Bursalı Tahir (1861-1926) in Türklerin Ulum ve Fünuna Hizmetleri (1911) adlı eserleri aynı fikre hizmete devam etmişlerdir. II. Abdülhamid'e muhalif olup yurttan kaçarak Paris ve Kahire'ye yerleşen bazı Türk aydınlarının yaptıkları yayınlar arasında da bu fikri telkine çalışanlar vardı. Akçuraoğlu Yusuf (1879-1935) un, önce Kahire'deki Türk gazetesinde makale olarak çıkıp aynı şehirde kitap halinde de basılan Üç Tarz-ı Siyaset (Osmanlıcılık-İslamcılık- Türkçülük, 1907) adlı eseri bunlar arasındadır.
1908' den sonra milliyetçilik hareketi, "Türkçülük" adı altında, önce tamamıyla kültürel ve Balkan Harbi'nden sonra aynı zamanda siyasi bir ceryan halini alarak, dernekler ve yayın organları kurmak suretiyle teşkilatlanmağa başlar. Bu teşkilatlanma ile ilgili ilk dernek, 1908 tarihinde kurulup 1911'de kendi adı ile bir de dergi yayımlayan Türk Derneği'dir. Türk Derneği'nin yerini, 1911'de, Mehmed Emin'in başkanlık ettiği Türk Yurdu derneği aldı. O da, çıkarmağa başladığı Türk Yurdu adlı dergi ile birlikte, bir yıl sonra, yerini Türk Ocağı'na bırakmıştır. Milliyetçi dernekler içinde, en sürekli olanı budur. Daha çok milliyetçiliğin kültürel yönünü temsil ve yalnız aydınlara hitap eden bu organlardan başka, halkın seviyesine inmeyi gaye edinen Halka Doğru (1913) dergisi çıkarılmıştır. Milliyetçilik hareketinin hızla gelişip teşkilatlanmak imkanını buluşunda, iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi'nin bu hareketi desteklemesi de büyük rol oynamıştır.
1911'de Genç Kalemler dergisinde yayımladığı Turan manzumesi ile "Türklüğün bütünlüğü" fikrini benimsediğini göstermiş olan Ziya Gökalp (1876-1924), i. Dünya Savaşı boyunca, bu hareketin lideri durumundadır. İttihad ve Terakki Partisi'nin genel merkez üyesi bulunmasından faydalanarak ön plandaki hükümet adamları ile de çok yakın temaslar kurmuş; milliyetçilik hareketinin hükümetçe desteklenmesinde olduğu gibi, İstanbul Üniversitesi'nde verdiği sosyoloji dersleri, sürekli ve bol yazıları ile geniş bir aydın kütlesinin milliyetçilik prensiplerini benimsemesinde ve dolayısıyla milli bir edebiyatın yaratılmasında da başlıca amil olmuştur. Kuvvetli bir felsefi kültüre sahip bulunan Ziya Gökalp, samimi bir idealist olduğu kadar, Türkiye'nin hali ve geleceği hakkında gerek kendisi ve gerekse başkaları tarafından ileriye sürülen düşüncelerin uygulanma imkanlarını çok iyi ölçebilmekte de büyük bir başarı göstermiş ve teorilerin katı kalıplarına sıkı sıkıya bağlanmadan, onları gerçekleşme imkanlarına göre değerlendirebilmiştir. Siyasi ideolojilerin gerçekleşme güçlerini yine siyasi gelişmelere bağlı gördüğü için, Türkçülüğün hedeflerini olayların gidişine göre ayarlamakta ve bizzat kendi düşünceleri üzerinde de zaman zaman revizyonlar yapmakta tereddüt göstermemiştir. Bu sebeptedir ki, 1911 yılında ateşli bir Turancı olduğu halde, yeryüzünde tek hür Türk Devleti olan Türkiye'nin de varlığını tehlikeye düşürecek siyasi gelişmeler karşısında, uzak idealleri bir kenara iterek gerçeklere yatkın bir yoldan yürümeyi ve her şeyden evvel, Türkiye'nin varlığının devamını ve medeni kalkınmasını hedef tutan, aşırı olmayan bir milliyetçilik anlayışına dayanmayı uygun görmüştür. Türk Ocağı'nın organı olan Türk Yurdu'nun yayınları ile Ziya Gökalp'İn denetimi altında çıkan Yeni Mecmua (1917) nın yayınları arasındaki ayrılık da bunu açıkça göstermektedir. İdeolojileri olaylarla birlikte değerlendirme prensibi onu, 1908-1923 tarihleri arasında çok hızlı bir gelişme gösteren Türk manevi hayatının hemen her yönünde büyük tesirler yapan ve Cumhuriyet'ten sonraki hamlelere de yön veren milliyetçilik hareketinin esaslarını sistemli bir şekilde açıklamağa götürmüştür. Bu açıklamaları yaptığı Türkçülüğün Esasları (1923) adlı eserinde, Turancılığın Türk milletinin "uzak ideali" olduğunu söyleyerek, uzak idealler için "gerçekleşmenin aranmadığını" belirtmiş ve "ırkçılık teorisini"de şiddetle reddetmiştir. Yine aynı gerçekçi görüş sonucunda, milliyetçilikle bağdaşamaması tabii bulunmakla beraber, Türklerin de Müslüman olmaları sebebi ile, i. Dünya Savaşı boyunca' aktüalitesini sürdüren İslamcılık ceryanına da zaman zaman yakınlaşmaktan ve onunla uzlaşma imkanları aramaktan da geri kalmamıştır (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 1918).
Burada, Tanzimat'tan beri sadece medenileşme hususunda bir esas olarak kabul edilmiş olan batılılaşma hareketinin 1908' den sonra da kuvvetle devam ettiğini ve politika alanında yer alan bütün ideolojilerce de ortaklaşa benimsendiğini; ancak, Osmanlıcılık ideolojisini güdenlerce hiçbir sınırlamaya uğratılmamasına karşılık, diğer iki ideolojiyi tutanlarca bazı sınırlamalara gidilerek, batılılaşmanın daha çok bilim ve teknik alanlarında bırakılmak istendiğini kaydetmek gerekir. Hiçbir siyasi maksat gütmeden, medeni ve sosyal alanlarda batılılaşmanın bu devirdeki en hararetli taraftarları, Tevfik Fikret ile Abdullah Cevdet (1869-1932) ve Kılıç-zade Hakkı (doğ. 1872) dır. Bu akımın bu dönemdeki en mühim yayın organı ise, Abdullah Cevdet'in 1904'de çıkarmağa başladığı İctihiid dergisidir.
Diğer iki ideoloji gibi, milliyetçilik hareketinin de, er-geç, edebiyatta tesirini göstereceği tabii idi. Gerçekten, 1911 yılı Nisan'ında Selanik'te çıkmağa başlayan Genç Kalemler dergisi ile, milliyetçilik ceryanı edebiyatta da başlamış oldu. Ömer Seyfettin, Akil Koyuncu, Rasim Haşmet ve daha önce Fecr-i Ati Encümeni' nde bulunan Ali Canib gibi gençlerin çıkardıkları bu dergi, "Milli Edebiyat" deyimini ilk defa ortaya atarak, böyle bir edebiyat yaratma görevini de üzerine alır. Milli bir edebiyat yaratmak için, edebi dilin millileştirilmesinden başlayarak, "Yeni Lisan" davasını ortaya atar. Daha önce Manastır'da Hüsün ve Şiir (1 Haziran-21 Eylül 1909, 8 sayı) adı ile çıkan bir derginin devamı ve 2. cildi olarak çıkmağa başlayan Genç Kalemler, ilk sayısından (c. II, sayı: 9-(1), 11 Nisan 1911) son sayısına (c. III, sayı: 27-(18), Eylül 1912) kadar başmakalelerini temel hedefi "yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak" ve böylece "yazı dili ve konuşma dili ikiliğini ortadan kaldırmak" olan "Yeni Lisan" meselesine ayırdığı gibi, zaman zaman, diğer sütunlarını da bu konu etrafındaki münakaşalara ayırmış, meseleyi tam bir ciddiyet ve ısrarla yürütmeğe çalışmıştır.
Edebiyat dilinin o zamana kadar tamamıyla Arapça ve acemcenin hakimiyeti altında "yapma bir dil" olduğu inancında olan gençler, Edebiyyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati üyelerini "dillerinin yabancılığından dolayı" şiddetle tenkid etmişler ve - daha geniş halk kütlelerine hitab etmek imkanını sağlayacağı ve böylece medeskalkınmaya da yardım edeceği için - sadece edebi değil, aynı zamanda sosyal bir dava saydıkları "Yeni Lisan" davasının gerçekleştirilmesini şu işlemlere bağlamışlardır: 1) Arapça ve Farsça gramer kaidelerinin kullanılmaması ve bu kaidelerle yapılan tamlamaların - bazı istisnalarla - kaldırılması, 2) Arapça kelimelerin, gramerce, asıllarına göre değil, Türkçüdeki kullanışlarına göre değerlendirilmesi, 3) Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe de söylendikleri gibi yazılmaları, 4) Bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına lüzum olmadığından, ilmi terim olarak Arapça kelimelerin kullanılmasına devam edilmesi, 5) Diğer Türk lehçelerinden kelime alınmaması, 6) Konuşmada İstanbul şivesinin esas tutulması.
Yeni Lisan hakkındaki düşüncelerini böylece belirten gençler, Tanzimat devrine kadar İran'ın ve ondan sonra Fransa'nın taklitçisi saydıkları Türk edebiyatının, artık "taklit safhasından çıkarak yaratma safhasına geçmesini" ve bunun için de "Türk halkının hayatına yönelmesini" istiyorlardı. Ancak, bu yöneliş isteği roman, hikaye ve tiyatro ile ilgilidir. Bu türler, konularını ve kişilerini yerli hayattan almalıdırlar. Fakat, tamamıyla "vicdani bir keyfiyet" olan şiir için böyle bir kayıda lüzum yoktur. Şiire tanıdıkları bu imtiyaz, onları, sanat anlayışında ikiliğe düşürmüş ve Edebiyyat-ı Cedide ile Fecr-i Ati'nin ferdiyetçi sanat anlayışından tamamıyla ayıramamıştır.
Buna rağmen, Genç Kalemler'in edebiyat ve edebi dil anlayışları Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati m_nsublarınca büyük bir tepki ile karşılandı. Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Halid Ziya, Cenab Şehabeddin, Süleyınan Nazif, Yakub Kadri ve Köprülü-zade Mehmed Fuad tarafından yapılan itirazlar, daha çok, "Yeni Lisan'ın bir edebiyat dili olamayıp ancak bilim dili olabileceği", sanat eserlerinin milletlerarası olması sebebi ile "edebiyatın da milli olamayacağı" ve Genç Kalemler'ce açıklanan Milli Edebiyat anlayışının "ırki bir karakter taşıdığı" noktalarında toplanıyordu. Bir yıldan fazla süren bu karşılıklı çekişmeler sırasında, Fecr-i Ati' den Hamdullah Subhi ile Celal Sahir de Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirdiler.
Genç Kalemler; bir yandan da, -düşüncelerini bizzat uygulamak maksadı ile- Yeni lisan'la yazdıkları yazıları yayımlıyor, aynı sayfada, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinden birinin bir şiiri ile Yeni Lisan'la yazılmış bir şiiri yan yana koyarak okuyuculara karşılaştırma imkanı da sağlamağa çalışıyorlardı. Bu yazılar arasında onların Milli, Edebiyat anlayışına en uygun örnekler, Ömer Seyfettin'in hikayeleri (Bahar ve Kelebekler, Bomba, Primo, And) ile Ziya Gökalp'in Demirtaş ve Gökalp imzaları ile yayımladığı bazı şiirleridir.
Balkan Harbi yüzünden dergi 1912 Eylül'ünde kapandıktan sonra, yazarlarının büyük bir kısmı İstanbul'a göçerek yazılarını Türk Yurdu'nda ve diğer bazı dergilerde yayımlamağa devam ettiler. Milli Edebiyat Hareketi, yeni yazarların ve hatta kendisine önce muhalif olanların (Yakub Kadri, Köprülü-zade Mehmed Fuad, Refik Halid) ve yeni yetişen gençlerin de katılması ile kadrosunu ve tesirlerini hızla genişletti. Süleyınan Nazif, Cenab Şehabeddin ve Ali Kemal'in şiddetle devam eden muhalefetlerine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından önce, konuşma dili edebi dilin yerini tamamıyla almış, bu gayeye ulaşmak için Tanzimat'tan beri süren çabalar sonuçlanmış gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder