23 Eylül 2011 Cuma

Descartes'in sanat ve siyaset hakkındaki düşünceleri

Temeller
Yeni bir doğa ve insan anlayı­şının ortaya çıktığı, araştırma yöntemlerinin yeni baştan oluşturulduğu bir çağda, bilimlere bir temel kazandırmayı, ve ruhla bede­ni, tinsel olanla fiziki olanı, geleneksel dini öğretilerle de yeni bilim görüşünü uzlaştır­maya çalışmış ve çağının bilimlerini yeni baştan inşa etmeyi kendisine bir amaç ola­rak belirlemiş olan Descartes, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku du­yulamayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır.

Matematikten etkilenmiş, felsefede de, matematikteki gibi, sağlam bir yönteme ve sağlam temellere sahip olabildiğimiz takdir­de felsefenin kapsamı içine giren konularda da kesin bilgilere sahip olacağımızı savun­muş olan Descartes’ın felsefesinin iki temel yönü vardır. Bunlardan birincisi yoğun bir biçimde bireysel olan bakış açısıdır. Metafi­zik Düşünceler adlı eserinde, Descartes, hep “ben” diyerek konuşur; öğretilerini sistema­tik bir biçimde serimlemek yerine, kuşkudan kesinliğe doğru bir seyahat yapar. Bu çerçe­ve içinde dış dünyadan varlıktan değil de özneden yola çıkışı Descartes’ı modern fel­sefenin kurucusu yapmıştır. İkinci önemli yönü ise, felsefeyi yeni baştan ele alma ve kurma arzusudur, ki o burada, zamanının yeni yöntemlerinden ve bilimsel bulguların­dan etkilenmiştir.

Metafiziği

Bilgi görüşünde akılcı olan Descartes, insan aklının iki temel yetisi ya da gücü bulunduğunu söyler. Bunlardan bi­rincisi sezgi, diğeri tümdengelimdir. Sezgi insan zihninde hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve son derece açık olan bir kavrayış faaliyetidir. Sezgi, Descartes’a göre, özel bir duygudur ve akıl yürütmelerimizde bize yol gösterir yanıldığımızı ya da doğru bir sonuca ulaştığımızı bildirir. Aklın ikinci gücü olan tümdengelim ise, tam bir kesin­likle bilinen doğrulardan yapılan zorunlu çı­karımdır.

Matematik, Descartes’a göstermiştir ki, insan zihni birtakım doğruları açık ve seçik olarak kavrayabilmektedir ( sezgi). Ve yine, insan zihni bildiği bazı doğrulardan hareket edip düzenli bir şekilde ilerleyerek, bu doğ­rulardan henüz bilmediği başka doğruları türetebilmektedir (tümdengelim). Buna göre biz sezgiyle bazı doğruları açık ve seçik olarak ve doğrudan kavrarız. Tümden­gelimde ise, Descartes’a göre, bu doğrular­dan kalkarak başka doğrulara bir süreçle, zihnin sürekli ve kesintiye uğramayan bir hareketiyle ulaşırız.

Descartes, daha sonra aklın bu iki gücü­ne gereği gibi yol göstereceğine inandığı kurallara dayanıp, sadece aklı temele alarak kendi sistemini kurmaya geçmiştir. Sistemi­nin mutlak olarak kesin olan başlangıç doğ­rusuna ulaşabilmek için de, o doğru olduğu açık ve seçik bir biçimde bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek gerektiğini bildi­ren kural uyarınca. her şeyden kuşku duy­maya yanlış ya da kuşkulu olduğunu, ve yanlış ya da kuşkulu olmasının muhtemel olduğunu düşündüğü her şeyi reddetmeye karar vermiştir. Kuşkuyu son sınırına kadar götüren Descartes, bu süreç sonunda, kuşku duyabilmesi için, öncelikle varolması ge­rektiği sonucuna varmıştır. Ona göre, istis­nasız her şeyden kuşku duyan bir insan, kuşku duymakta olduğundan kuşku duya­maz, zira kuşku duyarken kuşku diye bir şeyin varolduğunu, dolayısıyla kuşku duyan benliğinin varolduğunu açık ve seçik ola­rak bilir. Nitekim, o ‘Düşünüyorum, öyley­se varım’ sonucuna varmış ve böylelikle düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtlarken, çıkış noktası özne olan modern felsefeye yön vermiştir.

Descartes, daha sonra da bu sonuçta, ken­disini bu önermenin hiçbir kuşkuya yer bı­rakmayacak şekilde doğru olduğu konusun­da ikna eden öğenin ne olduğunu bulmaya çalışmıştır. Ona göre, bu sonucu kesin ola­rak doğru kılan öğe, kendisinin önermede iddia, edilen şeye ilişkin ‘açık ve seçik’ algı­sıdır. Demek ki, açık ve seçik olarak algıla­nan bir şeyin yanlış olabilmesi imkansızdır.

Descartes kuşku süreciyle kendilerinden kuşku duyduğu tüm eski inançlarını eledik­ten ve kuşku duymak suretiyle, düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtladıktan, böylelikle de sisteminin temel başlangıç doğ­rusunu bulduktan ve bu arada, bir önermeyi doğru kılan ölçütün açık ve seçiklik olduğu­nu belirledikten sonra, aynı ölçütü kullana­rak bilincinin dışına çıkmaya ve yeni doğrular bulmaya geçmiştir. Buna göre onun zihninde bulunan açık ve seçik düşünceler­den biri de yetkinlik düşüncesidir. Duyu­ deneyinden türetilen düşünceler açık ve seçik olmadığına, doğal dünyada yetkin olan bir şeyle karşılaşılamayacağına ve bu düşün­ceyi, kusurlu bir varlık olan insanın kendisi yaratamayacağına göre, yetkinlik düşüncesi­ni, insan zihnine kendisi de yetkin olan bir varlık vermiştir. Bu yetkin varlık, Tanrı’dır. İnsan zihnindeki yetkinlik düşüncesini ona kendisi de yetkin olan Tanrı vermiş ise, ne­dende sonuç kadar gerçeklik olduğundan, buradan Tanrı’nın varolduğu sonucu çıkar. Descartes’a göre, insan, şu halde, kendi va­roluşunun ve Tanrı’nın varoluşunun bilgisine sahip olabilir.

İnsan matematikte de açık ve seçik dü­şüncelere sahiptir, dolayısıyla matematiksel bilgiye sahip olabilir. Acaba insan bu sınır­ların ötesine geçerek, başka bilgilere sahip olabilir mi? Descartes’a göre, açık seçik dü­şünceler arasında, dış dünyadaki fiziki var­lıklarla ilgili olarak, yalnızca bu varlıkların matematiksel özellikleriyle ilgili düşünceler vardır. Bir cismi düşündüğümüz zaman, onun hakkında açık ve seçik bir düşünceye sahip olabilirsek eğer, açık ve seçik düşün­ce, yalnızca o cismi belli bir şekli, belli bir konumu ve belli bir hacmi olan bir şey ola­rak düşünmenin sonucu olan bir düşünce olabilir. Dış dünya ve bu dünyada bulunan nesneler söz konusu olduğu sürece> sahip olabileceğimiz açık ve seçik düşünceler, bu nesnelerin matematiksel özellikleriyle ilgili olan düşüncelerdir. Bununla birlikte, bu dü­şünceler bize onların ‘varolduklarını’ söyle­me imkanı bırakmaz.

Descartes’a göre, nesnelerin var olup ol­madıklarını doğrudan doğruya düşünceler­den nesnelerin kendilerine giderek kanıtla­yamıyorsak, onların varoluşunu dolaylı bir yoldan kanıtlayabiliriz. Buna göre, insanda bir yandan dış dünyadaki nesnelerle ilgili düşünceler, ve bir yandan da fiziki bir dün­yanın varolduğuna inanma eğilimi var ise, söz konusu düşünce, duyum ve izlenimlerin nedeni sırasıyla insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki nesnelerin bizzat kendileri olabilir. O bunlardan birinci alternatifi, in­sanda kendi deneyimini, izlenimlerini dile­diği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler.

İkinci olasılık, dış dünya ve bu dünyadaki varlıklar varolmadığı halde, insandaki izle­nimleri ve düşünceleri Tanrı’nın yaratmış olması olasılığıdır. Descartes, daha önce Tanrı’nın insanları aldatmadığını göstermiş olduğu için, ikinci ihtimali de eler. Bu du­rumda, geriye tek bir olasılık kalır: İnsan zihnindeki dış dünyayla ve bu dünyadaki varlıklarla ilgili ide ya da düşüncelerin nede­ni, dünyanın bizzat kendisidir, bu dünyadaki varlıklardır.

Descartes’a göre, tözün her zaman özünü meydana getiren ve diğer niteliklerin kendi­sine bağlı olduğu temel bir niteliği vardır. Buna göre, bir tözün, tüm diğer niteliklerinin kendisini varsaydığı, temel, onsuz olu­namaz niteliği hangisidir? Öyle ki, tözle ananiteliği arasında bir ayırım yapılamasın. Descartes’a göre, ruhun, tinsel tözün anani­teliği düşünme olup, ruh her zaman düşün­meyle özdeştir. Maddenin özü ise, yer kap­lama ya da uzamdır. Bu çerçeve içinde, maddenin şekil ya da hareketi, yer kaplama olmadan düşünülemez. Buradan da anlaşıla­cağı üzere, Descartes maddi ya da cisimsel töz açısından, geometrik bir varlık anlayışı geliştirmiştir.

Descartes’in bu varlık görüşü, gelişen bi­lime fazlasıyla uygun düşmekle birlikte, madde ve ruhtan, ya da beden ve zihinden meydana gelen bileşik bir varlık olan insan söz konusu olduğunda, büyük bir güçlüğe yol açar. Varlık alanı madde ve ruh diye kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı için, eskiden birlikli ve bütünlüklü tek bir töz olan insandan, şimdi aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki töz çıkar.

Buna göre, Descartes, bir yandan açıklık ve seçiklik ölçütünü uygulayarak, madde ve ruh, beden ve zihin arasındaki gerçek farklı­lık ve ayırımı vurgulama ve hatta ikisini de tam ve bağımsız tözler olarak düşünmek durumunda kalmıştır. Ama aralarında ortak hiçbir yön bulunmadığı için yer kaplamayan fakat düşünen tinsel töz, düşünemeyen, fakat yer kaplayan maddi tözü, maddi töz ya da beden de tinsel töz ya da zihni etkile­yemez.

Öte yandan, gündelik deneyimin, ruhun beden, bedenin de ruh tarafından etkilendi­ğini, ve bu ikisinin bir anlamda bir birlik meydana getirdiğini ortaya koyan olguları vardır. Descartes burada, karşılıklı etkile­şimciliği savunup, bedenle zihin arasında­ki etkileşimin beynin arkasında bir yerde, kozalaksı bezde gerçekleştiğini söyler. Başka bir deyişle, o zihinle beden arasında­ki ilişkiyi bir gemiyle onu yüzdüren kaptan arasında geçen ilişkiye benzer bir ilişki ola­rak tasarlamıştır.
Bilgi görüşleri
Descartes bilgi görüşün­de, gerçek bir akılcı, hatta apriorist ve do­ğuştancıdır. Tasarımsal bir algı teorisi be­nimsedikten ve algılanın her ne ise, zihinde olduğunu söyledikten sonra, ideleri, fikir ya da düşünceleri, dışardan gelen olgusal ideler (ideae adventitiae). zihin tarafından, imge­leme dayanarak oluşturulan ide ya da dü­şünceler (ideae factitiae) ve doğuştan getirilen düşünceler (ideae innateae) olarak üçe ayırır. Bunlardan açık ve seçik olan, bizi bilgiye götüren ideler, yalnızca doğuştan düşüncelerdir.

Yanlış problemi söz konusu olduğunda ise, Descartes, insanda yanlışa neden olabi­lecek iki yeti olduğunu söylemiştir: Anlama yetisi ve irade. Anlama yetisinin kapsam ba­kımından sınırlı olduğu, yalnızca açık ve seçik olanla sınırlanmış olduğu yerde, irade kapsam bakımından sınırsız bir güçtür. Buna göre, insan iradeyi sınırlayamamakta, tam tersine onu tam olarak anlamadığı şey­leri tasdike zorlayarak genişletmektedir. Anlama yetisinin görevi kavramak, doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Oysa, irade doğruluk ve yanlışlık konusuna kayıtsız olup, anlama yetisinin sınırlarını aşar. Bundan dolayı, irade, anlama yetisinin açık ve seçik olarak kavrayamadığı şeyleri olumladığı için, yan­lışın neden olur.
Ahlâk görüşleri
Etik alanında, önce insa­nın Özgür olduğunu göstermeye çalışan Descartes, daha çok geçici bir ahlâk, bir durum ahlâkı önermiştir. Bu çerçeve içinde, o insanın, talihini yenmeye kalkışmaktansa, öncelikle kendisine egemen olmaya çalış­ması gerektiğini, kişinin, yaşamı boyunca anlama yetisi ve kavrayışını geliştirmeye çalışarak, dünya düzenini değiştirmeye kal­kışmak yerine, kendi istek ve arzularını de­ğiştirme çabası vermesinin iyi olduğunu söylemiştir. Ahlaki seçim olgusu üzerinde duran Descartes, burada neyin bizim gücümüz dahilinde olup neyin olmadığını anla­manın büyük bir önem arz ettiğini söylemiş­tir. Ona göre, biz, gücümüz sınırları içinde kalan şeyleri gördükten sonra, gerçekten iyi olanla kötü olanı birbirinden ayırmalı ve iyi olduğuna hükmettiğimiz şeyleri gerçekleş­tirmeye çalışmalıyız.

Başka bir deyişle, insanın yaşamdaki amacının mutluluk olduğunu söyleyen Des­cartes’a göre, insana mutluluk veren şeyler iki türlüdür. Bunlardan birincisi, bilgelik, erdem ve ölçülülük gibi salt bize bağlı olan şeylerdir; ikincisi şan, şeref ve zenginlik gibi, doğrudan doğruya bize bağlı olmayan şeylerden meydana gelir. Tüm gücümüzü birinciler üzerinde yoğunlaştırmamız gerek­tiğini söyleyen Descartes, bu yolda kendile­rine uymanın bize yarar sağlayacağına inan­dığı üç kural vermiştir: 1- Kişinin, ne yapıp ne yapmaması gerektiğinin sağlam bilgisine ulaşmak için, elinden gelen her çabayı gös­termesi; 2- İnsanın aklın buyruklarını haya­ta geçirmesi için, kararlı olması, arzuların kışkırtıcılığına yenik düşmemesi; 3- Kişinin sahip olmadığı ve olamayacağı tüm iyileri, kendi gücünün sınırlarını aşan şeyler olarak görmesi ve onları istememeye çalışması ge­rekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder