23 Eylül 2011 Cuma

Sosyal Kültürel Fiziksel Antropoloji nedir - Antropolojinin alt dalları

Antropoloji

Antropoloji Latince anthropos (insan-adam) ve logos (bilim) kelimelerinden oluşan, insanın dünü, bugünü ve yarınını sosyo-kültürel, biyolojik, morfolojik ve fiziksel açıdan ele alan multidisipliner bir bilim dalıdır.
Antropoloji, kültürler arasında farklılıklar olmakla birlikte, genel olarak;

* Biyolojik antropoloji ya da Fizik antropoloji (Adli antropoloji, Primatoloji ve Paleoantropoloji)
* Sosyal/Kültürel antropoloji olmak üzere iki alt alana ayrılabilir.

Biyolojik antropoloji (ya da fizik antropoloji), biyolojik evrim, kalıtım, uyum ve varyasyon, primat morfolojisi ve insan evrimine ilişkin fosil kayıtları inceleyen bir bilim dalıdır.
On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan bu bilim dalının kurucusunun Paul Pierre Broca olduğu kabul edilmektedir.

Alt alanları;

* Primatoloji
* Populasyon genetiği
* Paleoantropoloji (osteoloji, paleopataoloji, paleoekoloji)
* Adli antropoloji

Kültürel Antropoloji, “Antropolojinin bu kolu, çeşitli alt disiplinlere ayrılmıştır. Bu disiplinler yaklaşık 100 yıllık bir geçmişe sahiptirler.” (Saran, 1993:22)

Alt disiplinler;

* Arkeoloji
* Etnoloji
* Linguistik
* Sosyal Antropoloji

Sosyal (toplumsal) Bilim dallarından bir tanesi de antropolojidir. Sosyal bilimlerin en genci olan ve geniş anlamıyla insan bilimi olarak tanımlanan antropoloji portfolio'suz hümanizma'nın en kapsamlı disiplini olarak ortaya çıktı. Bu disiplin kapsam, konu ve yöntemle ilgili savlarını belirlemek için çok uğraş vermek zorunda kaldı. Kendisine bırakılan konuları ele aldı (diğer alanların incelemediği) ve hatta zorunlu olarak daha eski bazı alanlara da girdi. Şimdi onun kapsadığı incelemeler şunlar: prehistorya, folklor, fıziksel antropoloji ve kültürel antropoloji. Bunlar öbür toplumsal ve doğal bilimlerin, psikoloji, tarih, arkeoloji, sosyoloji ve anatominin meşru araştırma alanlarına tehlikeli biçimde yaklaşıyorlar. (Malinowski 1990:11)

Antropoloji en geniş anlamı ile insan bilim demektir. Ancak bu tanım kapsamı son derece geniş olup, insanı konu almış olan diğer disiplinlerle, antropolojinin farkına işaret etmez. Bu nedenle antropologlar kendi disiplinlerini daha kesin çizgilerle sınırlamaya çalışırlar. İlk olarak disiplinin ismini ele alalım: Antropoloji kelime yapısı olarak iki Yunanca kelimenin birleşimidir. İnsan anlamına gelen Anthropos ile düzenli bilgi anlamında olan logos. Böylece kelime anlamı olarak antropoloji, insanla ilgili düzenli bilgi anlamındadır. Antropoloji birey olarak insanla ilgilenmez. İlgisi grup içinde yaşayan insan ve bu insanın yaptıkları ve davranışlarıdır. (Saran, 1993:21) “İnsanlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları göz önüne alarak insanları karşılaştırmalı bir görüşle inceler. İnsanoğlunun evrimi, fiziksel ve toplumsal gelişiminin kurallarını ortaya çıkarır. Başka bir deyimle kültür ile ilgilidir. İnsan topluluklarının fizik yapı, kültür ve davranış bakımından farklılıklarını ele alır.” (Tezcan 1996: 1) Konuyu biraz daha açacak olursak antropoloji biz insanları inceler. (Wells 1994: 9) “İnsanoğlu’nun yaşamı ve töreleriyle ilgili hiçbir konu ya da soru antropoloji’nin inceleme alanı dışında değildir. Bu yüzdendir ki, bilimsel disiplinlerin en ilgi çekici en heyecan verici olanı antropolojidir. İlgi alanımız ne olursa olsun hepimiz için özel, ilginç birşeyler vardır antropolojide.” (Wells 1994: 9) “Çeşitli ilimleri düzenli bir biçimde ait oldukları yere koymak isteyenler, sıra antropolojiye gelince bu ilmin yeri hususunda kolayca karar veremezler. Gerçekten antropolojinin bölümlerini meydana getiren fiziki antropoloji, kültürel antropoloji, sosyal antropoloji, arkeoloji, etnoloji, etnografya ve linguistik insanla ilgili tüm çalışmalarla sıkısıkıya ilişkilidir.” (Saran 1971: 9) Antropoloji çeşitli özelliklerinden dolayı bazı bilim adamları tarafından taç bilim olarak kabul edilirken, bazılarınca artık bilim olarak nitelendirilmektedir. Antropoloji incelediği konular ve kendisine özgü olan yöntemleri ile diğer sosyal bilim dalları arasında özel bir yere sahiptir. Antropolojinin tanımlarında bir tanesi de antropologların sahada yaptıklarıdır. Bir antropolog antropoloğun ayakkabıları çamurlu olmalıdır demiştir. Bu bilim dalını diğerlerinden ayıran en önemli özellik saha çalışmalarına (alan araştırması) verdiği önemdir. Antropoloji aradığımız doğru yanıtları bulmamıza yardımcı olacaktır. Tüm bilimsel kuramlar tarihsel süreç boyunca deneme yanılma ve yeniden formülleştirme sonucu ortaya çıkmaktadır. Yeni yeni ortaya çıkan verilerin birikmesi bu süreçte önemli bir yer tutmaktadır. Mekanizmalara –bu durumda, toplum biyolojisi ve evrim mekanizmaları dahil olmak üzere- ilişkin olan düşüncelerdeki değişikliklerde aynı şekilde gündeme gelir. Bu tür değişiklikler eldeki kanıtların yorumlanmasını etkileyebilir. Böylelikle kuramların gelişmesi yeni kanıtlar olmaksızın sürebilir. Antropolojide varolan kuramı belirginleştiren unsur toplumbilimsel bir nitelik taşıması ve biz insanları konu edinen çalışmanın kavranmasıyla ilgilidir. (Lewin 1998:1)

Antropoloji insanı dolayısıyla insan toplumlarını ve kültürü incelemektedir. Fakat antropolojik çalışmalar yapılırken belirli bir çerçeveden bakılmak sureti ile araştırma yönlendirilir. Burada yapılan bir yerde antropolojinin sınırlarını belirlemektir. Antropolojinin üzerinde durduğu ve halen günümüzde geçerliliğini koruyan bazı sorular bulunmaktadır:

1-) İnsanlar ve toplumlar neden birbirlerine benziyor ?

2-) İnsanlar ve toplumlar neden birbirlerine benzemiyor ?

3-) İnsanlar ve toplumlar neden ya da nasıl değişiyor ?

Bu üç soru, antropolojinin bugünde geçerli olan temel sorunlarıdır. Ancak bu sorulara verilecek olan cevaplar günden güne değişmekte ve gelişmektedir. Yaşanan sosyo – kültürel değişme, toplumun kendi iç dinamiğindeki etkileşimlerin bir sonucu olabileceği gibi, dıştan gelen etkilerin bir ürünü, daha doğrusu iç ve dış dinamiğin bir bileşkesi olarak ortaya çıkmaktadır. Doğa nasıl biyolojik evrimin en zengin bilgi arşivini içinde bulunduruyorsa, kültürde sosyal değişmenin en güvenilir belgelerini elinde saklamaktadır. (Güvenç 1994:38) İlkel olsun, gelişmiş olsun hiçbir toplum durgun hareketsiz ve statik olarak nitelendirilemez. Her toplumda sürekli bir dinamizm, bir değişme görülür. İlkel toplumlar bile yavaşta olsa değişmektedir. Çağımız hızlı kültür değişmesi çağı olup, dünya kültürleri sürekli olarak değişmeye uğramaktadır. Fakat bu tür değişmelerin hızı farklı zamanlarda ve farklı yerlerde değişiklik göstermektedir. Antropoloji bu tür kültür değişimelerinin nedenlerini, bağlı olduğu diğer konuları ve sonuçlarını karşılaştırmalı olarak inceleyerek sosyal değişme yasaları ile ilgili sonuçlara ulaşmaya çalışır. (Tezcan 1984:1)

Antropolojiyi genel olarak iki kısma ayırabiliriz : Fiziksel Antropoloji ve Kültürel Antropoloji.

1-) Fiziksel Antropoloji : İnsanoğlunun fiziksel gelişimini, evrimini inceler. Yani, insanın biyolojik gelişmesinin tarihi ile ilgilidir. İnsanın insan olabilmek için geçirdiği aşamaları ele alır. Çeşitli insanların fiziksel özelliklerini inceler. İnsan ırklarını, insanın doğuşundan modern hale gelinceye değin geçirdiği biyo - fizyolojik değişiklik ve aşamaları, ırk karışımlarını ele alır. Irkların karşılaştırılması ve ırk ilişkileri belli başlı konularıdır. İnsanların hayvanlarla farklılıkları, iskelet ve kaslarında karşılaştırılması da diğer konulardır. (Tezcan, 1996:1) Fiziki antropoloji insan biolojisinin araştırılmasıdır fakat sadece bioloji konu edinmez. Atalarımızdan kalan fosilleri, dünyanın başlangıçtaki nüfusu boyunca çeşitli genlerin dağılımını, gen mirasının mekanizmasını, farklı bölgelerdeki insanların şekil ve renk farklılığını ya da insanların ve yakın akrabalarının davranış şekillerini inceler. Fiziki antropologlar tüm bu soruların cevabını ararken, nesnelerin yaşadığı tabii ve sosyal hayatla ilgilerini araştırılar. Yani fiziki antropolojinin gerçek çalışma alanı insanların ve onların yakın akrabalarının tabii ve sosyal durumları ya da tabiatları içerisindeki biolojik gelişimi üzerinedir. (Hunter; Whitten 1987:3)

2-) Kültürel Antropoloji : “Antropolojinin bu kolu, çeşitli alt disiplinlere ayrılmıştır. Bu disiplinler yaklaşık 100 yıllık bir geçmişe sahiptirler.” (Saran, 1993:22) Bu alt disiplinleri şöyle sıralayabiliriz.

Arkeoloji : “Bazılarına göre bu bilim kolu başlı başına, antropolojiden bağımsız bir disiplindir. Ancak, antropoloji alanında özel bir faaliyet kolu olarak düşünülmesi, disiplinin bünyesi bakımından daha uygundur.” (Saran, 1971:10) “İnsanın maddi kültürünü ve bu kültürün yazılı belgelerden önce incelenmesi prehistoryanın ya da prehistorik arkeolojinin konusudur. Bu disiplin, maddi kültürün prehistorik devirlerden bu yana, gelişimini kazılarda elde edilen bulgulara dayanarak inceler.” (Saran, 1993:22) Arkeoloji hem insan bedeninin kalıntılarını, hem de insanın yaptıklarını, ürettiklerini ve kullandıklarını inceler. Arkeologlara antropolojinin tarihçileri denebilir. (Tezcan, 1996:2)

Etnoloji : Yunanca halk anlamına gelen ethnos sözcüğünden türetilen etnoloji özellikle ilkel diye nitelenen halkları ve onların kültürlerini inceler. (Örnek, 1971:80) Etnoloji kültürler arası farklar ve benzerliklerle ilgilenmiş, kültürün tarihsel gelişimini ve çeşitli kültürlerin birbirleriyle ilişkisini konu almıştır. Bir topluma has örf ve adetlerin ya da belirli bir toplumun kültürünün incelenmesi ise etnoğrafyanın konusu olmuştur. (Saran, 1993:22)

Linguistik : “Dillerin yapısal özelliklerini, konuşma biçimlerini inceler. İnsanların düşünce ve görüşlerini belirtmek için kullandıkları çeşitli kalıpları, yani dillerini inceler. Hem dillerin belirli gruplarının tarihini, hem de bugün konuşulan dillerini inceler. Dilin rolü ve kültürün diğer yönleriyle ilişkilerini ele alır. İnsana özgü iletişim ve ifade etme sistemlerinin incelenmesi, linguistiğin temel uğraşı alanıdır.” (Tezcan, 1996:2)

Sosyal Antropoloji : Antropolojinin önemli bir dalı da yirminci yüzyılda gelişen Sosyal Antropoloji’dir. Avrupa’da özellikle İngiltere’de 1908 - 1910 yılları arasında gelişen Sosyal Antropoloji; insan davranışlarının karşılaştırmalı incelenmesi olarak tanımlanabilir. Araştırmalarında toplumsal yapıya ağırlık veren; toplumsal kurumların ve formların sistematik ve karşılaştırmalı araştırmalarını yapan sosyal antropoloji Radcliffe Bronw ve Bronislaw Malinowski tarafından kurulmuş ve geliştirilmiş olup difüzyonizme ve evrimci kurama bir tepki olarak doğmuş; kısmen Durkheim sosyolojisini izlemiş kısmende sosyolojideki yapısal fonsiyonalist görüşün öncüsü olmuştur. (Örnek 1971:212) Bu terim Birleşik Amerika’da bazen etnoloji sözcüğünün yerine kullanılırsa da genellikle insan davranışlarına yaklaşımın bir boyutunu oluşturur. Ayrıca belirli problemlerin kültür, toplum ve kişilikle ilgili yönünü de inceler.(Saran, 1993:22, 23) “Kültür Antropolojisinin toplumsal olguyu inceyen bölümü ise Sosyal Antropoloji olarak adlandırılır. Toplumsal olgu denildiğinde genellikle şunlar kastedilir: Sosyal örgütlenme, evlilik adetleri ve örfleri, adetler ve ahlaksal amaçlar, folklor, inanç sistemi, din, dil ve dille düşüncenin ilişkileri vb.” (Saran, 1996:143) Bu dal önceleri ilkel toplumları ele alırdı. Bugün yaşayan kültürleri de inceler. (Tezcan, 1996:3) Sosyal antropolojinin inceleme sahası sosyal davranışlar ve sosyal gruplarda organizasyon ve kültür üniversalleridir ve sosyal antropoloji kültürün teşekkülüne ve değişimine hakim olan kanunları arayacaktır. (Saran, 1971:16) “Sosyal antropologlar diğer konulardan çok, insan toplumlarının sosyal organizasyonunu tayin eden evlilik ve akrabalık ile ilgilenmişlerdir.” (Kırımlı, 1998:2)Antropoloji (Latince : anthropologia "insan bilimi"), insanla ilgilenen birçok bilim dalından biri. Genellikle fiziksel ve kültürel antropoloji olarak ikiye ayrılır. Dünyadaki çeşitli insan topluluklarının doğalcı yaklaşımla betimlenmesi ve yorumlanması olarak tanımlanabilir, ama ne konusu ne de araştırma yöntemleri kendine özgüdür. Tarihten farklılığı, antropolojinin toplumlar, kurumlar, inanç ya da geleneklere ilişkin tarih araştırmalarını dışlamasından değil, belgelere dayanmak yerine insanları, etkinliklerini ve ürünlerini olabildiğince dolaysız gözleme yöntemini benimsemesinden doğar. Bu tür araştırmaların sonuçlarını insanlık tarihinin bir parçası sayıp insanın karmaşık biyolojik ve kültürel gelişme sürecinin daha iyi kavranmasına katkı olarak değerlendirilmesiyle de tarihten ayrılır. Benzer biçimde, insan görünüş ve zihniyetindeki çeşitlenmelerle toplu farklılıklar konusundaki yaklaşımıyla da fizyoloji ve psikolojiden ayırt edilir. Antropologlar, herhangi bir topluluğun ya da etkinliğin özgül niteliklerini, bunların insanın tarihsel gelişimi içindeki konumuna bağlı olarak araştırmayı ve yorumlamayı amaçlar.

Modern antropoloji araştırmalarının kökleri Keşifler Çağı'na kadar uzanır. Bu dönemde, teknolojik açıdan ileri Avrupa kültürleri, genellikle ayrım yapmaksızın "vahşi" ya da "ilkel" başlığı altında topladıkları birçok "geleneksel" kültürle ilişkiye girdiler. Düşünsel yaşam üzerindeki dini baskının 19. yüzyıl ortalarında gevşemesi, insanın kökenleri, insan ırklannm sınıflandırılması, karşılaştırmalı anatomi ve dünya dilleri gibi konulara geniş bir ilgi uyandırdı.

Charles Darwin'in 1859'da yayınlanan The Origin of Species (1809-1882 yılları arasın^da yaşamış ve canlılarda evrimin doğal ayık^lanma yoluyla gerçekleştiğini öne süren teo^risiyle, bilim ve düşünce tarihinde adeta bir devrim yaratmış olan İngiliz doğa bilimci.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız. Türlerin Kökeni, 1970) adlı yapıtıyla açıkça gündeme gelen evrim kavramı, toplumların ve kültürlerin' zaman içindeki gelişimi konusundaki araştırmalara önemli bir ivme kazandırdığı gibi, insan türünün gelişimiyle ilgili çalışmalara da hız verdi. 19. yüzyılın ikinci yansı boyunca doğrusal tarih anlayışı antropolojiye egemen oldu. Bu anlayış, tüm insan topluluklarının belirli ve zorunlu kültürel aşamalardan geçtiğini, "vahşilik" ya da "barbarlık" durumundan "uygar insan" yani "Batı Avrupalı insan" olmaya doğru ilerlediğini savunuyordu.

Kari Marx ve yandaşlarının değişik bir toplumsal gelişme kuramı ileri sürmeleri hemen hemen aynı dönemlere rastlar. Bu kurama göre, bir toplumdaki ekonomik üretim tarzı, bu tarz değişse bile, bu değişime hemen ayak uyduramayan bir dizi egemenlik biçimi ortaya çıkanyor ve sonuçta doğan çelişki yeni bir toplumsal düzene yol açıyordu. Bu bütünlüklü kuramsal çerçeve, gezginler, tüccarlar ye misyonerler tarafından toplanan ve aralarında Sir James Frazer'ın The Golden Bough (1890; Altın Dal) adlı ünlü kitabının da bulunduğu bir dizi yapıtta derlenen zengin ama dağınık bilgilere oranla, düşünsel yaşamı çok daha derinden etkiledi.

Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı ilk antropologların güçlü kültürel önyargılannın yerini 20. yüzyılın başlannda çeşitli toplum ve kültürlere daha çoğulcu ve göreli bir bakış açısı aldı. Bu yeni anlayışta; her toplum fiziksel çevresinin, kültürel ilişkilerinin ve çeşitli başka öğelerin özgün bir ürütıü olarak kabul ediliyordu. Bu yönelimin sonucunda deneysel veri, alan araştırması ve belirli kültürel ve doğal çevre içindeki insan davranışının belgelenmesi yeni bir vurgu kazandı. Antropolojide kültür tarihi okulunun kurucusu olarak bilinen Alman asıllı Amerikalı bilim adamı Franz Boas, bu akımın ilk temsilcisi sayılır.

Boas ve başta Ruth Benedict, Margaret Mead, Edward Sapir olmak üzere onun izinden gidenler, 20. yüzyılın uzun bir bölümü boyunca Amerikan antropolojisine egemen oldular. Bir kültürde rastlanan çeşitli kalıplar, ayırt edici özellikler ve gelenekler arasındaki bütünlüğü inceleyen işlevselci yaklaşım, köklerini kültür tarihi okulundan aldı. Bu arada, Paris Üniversitesi Etnoloji Enstitüsü'nün kurucusu Marcel Mauss da, Fransa'da sürdürdüğü araştırmalannda, insan toplumlarının kendi kendini düzenleyen ve kültürel sisteminin bütünlüğünü korumaya yönelik yöntemlerle değişen koşullara uyan bütünsel yapılar olduğunu vurguluyordu.

Mauss, Fransa'da Claude Levi-Strauss, İngiltere'de de Bronislaw Malinowski ve A.R. Radcliffe-Brovvn gibi birbirinden çok farklı görüşlere sahip bilim adamlannı önemli ölçüde etkiledi. Malinowski, katı işlevselci bir yaklaşıma yönelirken, Radcliffe-Brown ve Levi-Strauss yapısalcılığın temellerini attılar. Bu iki okul, toplumsal tarihin toplumsal kuramın temeli olamayacağı konusunda anlaşıyordu. Buna karşılık işlevselciler toplumsal olayların çözümlen-mesindeki tek geçerli yöntemin, bu olayların toplumdaki işlevini tanımlamak olduğunu ileri sürerken, yapısalcılar tam tersine, geniş olaylar yelpazesinin altında yatan sistemin ya da yapının niteliği ile ilgili ipuçları veren olguları ya da nesneleri tanımlamaya çalıştılar. Yapısalcılara göre, toplumun üyeleri, söz konusu sistemi, mitler ve simgeler aracılığıyla ancak belli belirsiz fark edebiliyordu.

Ruth Benedict'in 1930'larda Güneybatı Amerika Yerlileri üzerinde yaptığı araştırmalar, kültürel antropolojinin bir alt dalı olan kültürel psikolojinin doğuşuna yol açtı. Benedict, kültürlerin kendi yavaş gelişimleri içinde, üyelerini belirli bir "psikolojik dizgeyi" kabule zorladığını ileri sürüyordu; böylece insanlar gerçekliği çevresel öğelerden bağımsız olarak, kültürün biçimlendirdiği çerçeve içinde yorumluyordu. Örneklerini geleneksel diye nitelenen toplumlarda olduğu kadar modern toplumlardaki değer sistemlerinde ya da kültürel "biçimlenişte" bulan kültür kişilik ilişkisi, böylece yoğun bir araştırma konusu haline geldi.

Kültürel antropoloji bağımsız bir sosyal bilim olma yolunda hızla ilerlerken; fiziksel antropoloji de insanın doğal çevresi içindeki yerini tanımlamak, insanla öteki primatlar arasındaki farklılıkları belirlemek ve değişik insan ırkları arasındaki fiziksel ayrımları sınıflandırmak yönünde araştırmalarını sürdürdü. Danvin'in evrim kuramının 19. yüzyılın ikinci yarısında genel kabul görmesi üzerine, fiziksel antropologlar insanın çok eski dönemlerini anlayabilmek için arkeolog ve paleontologlarm buluntulanndan yararlanmaya başladılar.

20. yüzyılın başında, ırklar oldukça kesin bir biçimde sınıflanmış, üst primatlar arasındaki farklılıklann geniş bir dökümü yapılmıştı. 1900'de Gregor Mendel'in genel genetik yasalarının yeniden keşfedilmesi ve AB O kan gruplarının bulunması, tür içindeki evrim kavramına yeni bir anlam kazandırdı. 20. yüzyılın sonlanna doğru fiziksel antropologlar fosillerden elde edilen verilerin ışığında, insanın yaklaşık yarım milyon yıllık evriminin şemasını çıkartmayı başardılar.

Çağdaş antropolojinin ilgi alanlarıyla yöntemleri fiziksel, biyolojik, davranışçı ve toplumsal bilimlerin uzmanlıklarına giren geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Örneğin, arkeolojik buluntuların göreli yaşları, atom fiziğinin geliştirdiği radyokarbon tarihleme yöntemiyle hesaplanmaktadır. Farklı toplumların coğrafi kökenlerini ortaya çıkarma çalışmalannda, özellikle insan kalıtımı üzerinde araştırma yapan biyologların geliştirdiği yöntemlerden yararlanılır. Kan grubu araştırmalarında genetik tekniklerinin kullanılması sonucu, örneğin Avrupalı çingenelerin Hindistan'dan geldiği ortaya çıkmıştır. Çeşitli toplumlardaki aile ilişkilerini, ensest gibi konulardaki tabuları, dinsel ve hukuksal uygulamaları anlamak isteyen antropologlar ise, psikoloji bilgisinden, özellikle de psikanalitik kuramdan yararlanmıştır.

Günümüzde kültürel antropoloji bazı çetin sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunlar kurama ve uygulamaya ilişkin olmak üzere başlıca iki düzeyde ele alınabilir. Her iki düzeydeki sorunların büyük bölümü de ideolojik niteliklidir. Kuramsal açıdan, disiplinin tam bir iç tutarlılığa ulaştığını söylemek güçtür. Kültürel antropoloji henüz tek bir kavramlar bütünü oluşturamamıştır. Bir "kültür bilimi" ancak, antropologlar etnosantrizmden arındıkları, kuramsal açıdan anlamlı, evrensel ve nesnel kavramlar üretebildikleri zaman var olacaktır. Bütün toplum bilimleri için geçerli olan bu sorunun kültürel antropoloji gibi ana amacı kültürler arası karşılaştırma yapmak olan bir bilim dalı için ayrı bir önemi vardır.
Öte yandan çağdaş disiplinde alan araştırmasına verilen önem, çözümlenmek, karşılaştırılmak, sınıflandırılmak ve yorumlanmak üzere bekleyen muazzam bir veriler yığınına yol açmış, ama bu kez de verilerin sistemleştirilmesi ve genelleştirilmesi güç-leşmiştir. Uygulamalı araştırmalara verilen önemin bir başka sakıncası da, genç kültürel antropologlar kuşağını genel ve kuramsal yaklaşımdan uzaklaştırması, böylelikle de disiplinin kendi gelişimini tehlikeye atmasıdır.

Uygulamada karşılaşılan sorunların başında, kültürel antropolojinin geleneksel araştırma nesnesinin, bir başka deyişle "ilkel" ya da "geleneksel" kültürlerin giderek yok olması gelmektedir. Ama bu konuda ideolojik öğe de önemlidir. İdeolojik öğe, hem araştırmayı yapan antropolog için hem de araştırılan toplum için geçerlidir. Antropolojik araştırma konusu olan toplumlar, bunu bir aşağılanma göstergesi olarak değerlendirebilir. Gerçekten de Afrikalı aydınlar, başlıca ilgi alanı toplumların "ilkelliği" olan bir bilim dalma karşı duydukları tepkiyi açıkça dile getirmiştir.

Kültürel antropologun kendi açısından bakıldığında da ideolojik boyutun iki yönü vardır. Antropolog hem parçası olduğu kültürün ideolojisinden kurtulmak hem de araştırdığı toplumun ideolojisini anlamak ve tarafsızca açıklamak zorundadır. Bu arada vardığı sonuçlar her iki tarafı da hoşnut etmeyebilir. Antropolog, geleneğin önemini vurguladığı için "gerici" olarak nitelenebileceği gibi, yaptığı araştırmaların sonuçları, sömürgeci devletler tarafından, kendisinin onaylamadığı politikaların uygulanmasında kullanılabilir.

Uygulamada karşılaşılan önemli bir sorun da araştırmalara ayrılan fonların kısıtlı olmasıdır. Bu, daha kapsamlı araştırmaların yapılmasını engellemektedir. Batılı olmayan kültürel antropologların yüz yüze geldikleri bir sorun da, disiplinde egemen olan dil sorunudur. Başka bilim dallarında olduğu gibi, antropolojide de Batı dillerinin egemen olması, Batılı olmayan antropologların çalışmalarının sonuçlarını yaygınlaştırmakta güçlük çekmelerine yol açmaktadır.

Bu sorunların tümü kültürel antropologların kendi içlerinde yoğun tartışma konusudur. Uygulamalı Antropoloji Derneği, özellikle ideolojik boyutun sorun olmaktan çıkmasını sağlayabilmek amacıyla, 1951 'de araştırmalarda uyulması gereken bir etik çerçevesi oluşturmuş ve yayınlamıştır; ama beklenebileceği gibi ikilem sürmektedir.

Fiziksel Antopoloji

İnsanı biyolojik olarak ele alan antropolojinin bu alanı "Paleoantropoloji" ve "Fizik Antropoloji" alt başlıklarına bölünmektedir. Paleoantropoloji, insanın ortaya çıkışını, geçirdiği evrim sürecini inceler. Fizik Antropoloji ise yerleşik yaşama geçmiş toplumları, morfolojik ve demografik açılardan ele alır. İnsan topluluklarının nüfus yapısını; ortalama yaşam süresini; iskelet yapılarına dayanarak insanların cinsiyetini, yaşam biçimini araştırmak fizik antropolojinin konuları içinde yer alır. İnsanın düşünme ve kendi geçmişiyle ilgili sorulara cevap arama yeteneğine ulaşması, yaşam ile dünya tarihini yazması ve yeryüzünde egemen hale gelmesi için 200 milyon yıl beklemesi gerekti. Ancak bu noktaya vardıktan sonra, evrenin oluşmasından hayatın başlangıcına, insanın en eski atalarından günümüz uygarlıklarının kaynaklarına kadar merak edilen bir çok sorunun cevabına çok daha çabuk ulaşmayı başarmıştır.
İnsanın kendi geçmişi ile ilgili yaptığı en önemli çalışmaların başında Darwin'in 1859 yılında yayınladığı "Türlerin Kökeni" gelmektedir. 1863'te Huxley "İnsanın Doğadaki Yeri" adlı kitabında kuyruksuz maymunların biyolojik bakımdan insana en yakın akrabalar olduğunu iddia etmiştir.Darwin 1871 de çıkan "İnsanın Türeyişi" adlı eserinde insan ve maymunun ortak bir atadan gelen "yeğenler" olduğunu söyleyerek Huxley'i desteklemiştir. Yirminci yüzyılın başlarından beri devam eden bir çok kazılar ve araştırmalar sonucunda maymunumsular ve insanımsıların ortak bir atadan geldikleri fakat 15-20 milyon yıl önce birbirlerinden ayrıldıkları görüşü kabul görmeye başlamıştır.
Bu ayrım aşamasında yeralan Ramapithecus türünün 12-15 milyon yıl önce yaşadığını destekler kanıtlar bulunmuştur. İlk insanın ataları olarak kabul edilen Australopithecus türünün ise 6 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika'da yaşamaya başladığı saptanmıştır. Bu keşif, antropologları insanlığın kökenini Afrika'da aramaya yöneltmiştir. 1924 yılında bulunan, bu türe ait olan Australopithecus Africanus'un otluk bölgede yaşadığı ve iki ayağı üstünde yürüdüğü ortaya çıkmıştır. 1994 yılında Etiyopya'da gerçekleştirilen kazılarda bulunan ve günümüzden yaklaşık 4.4 milyon yıl önce yaşamış Ardipithecus Ramidus ile evrimin kayıp halkalarından birinin daha günışığına çıkarıldığı düşünülmektedir. 1974'te Doğu Afrika'da bulunan ve 3.7 milyon yıl öncesine tarihlenen Australopithecus Afarensis (Lucy) bazı uzmanlara göre Homo (İnsan) olarak sınıflandırılsa da kimi kemikleri maymununkilere çok benzediği için Australopithecus türüne sokulmuştur ve ona insanımsılardan modern insana uzayan merdivenin ilk basamağında yer verilmiştir.
İlk antropolojik kazı çalışmalarının başlamasıyla birlikte 1856 yılında Almanya'nın Düsseldorf yakınlarında bulunan garip bir kafatası ve birkaç insan kemiği bilim alanında önemli bir aşama kabul edildi ve daha sonra bu kalıntıların ait olduğu tür Homo Sapiens Neanderthalensis olarak adlandırıldı.. Daha sonra Belçika'da da benzer buluntulara rastlandı. Buluntuların sadece Avrupa ile sınırlı kalmaması için Afrika ve Asya'da da çalışmalara başlandı. Afrika'da yapılan kazı çalışmaları ile alet yapmasını ve kullanmasını beceren, dik yürümeye uyum sağlamış Homo Habilis (Becerikli İnsan, 1.8 milyon yıl önce) türüne ait birçok fosile rastlanmıştır. 1891'de Java Adasında Homo Erectus (Dik İnsan) fosilleri ortaya çıkarılmıştır. Bu tür, ateşi bulması ve balta kullanması ile bugünkü insana yakın özellikler göstermektedir.
Bugünkü modern insana en yakın türlerden biri olan Homo Sapiens Arkaik'in (Akıllı İnsan) ise günümüzden 200 bin yıl önce yaşadığı, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika'da bulunan kalıntılardan anlaşılmıştır. Evrim çizgisinin bugün erişilen son halkasında Homo Sapiens Sapiens türü yer almaktadır.
İnsanın evrim sürecinde insana benzeyen pek çok insanımsıların oluşturduğu yan dallar gelişmiş fakat bunların bir kısmı belki de aşırı özelleşmenin etkisiyle zamanla ortadan kalkmıştır.
Paleoantropoloji insanın atasının 20-25 milyon yıllık tarihi üzerine çalışmaktadır. Evrim birkaç yüzyıllık bir süre içinde gözlenemeyecek kadar yavaştır. Bu yüzden evrim çizgisinde maymunumsudan insansıya geçişin tam olarak nerede başladığını ve bittiğini söylemek güçtür. Paleoantropoloji insanın yeryüzündeki macerasının ancak bir kısmını açıklar, öbür yarısı insanın "kültür" tarihinde saklıdır. Sosyal Antropoloji

İnsanın fiziksel varlığı yanında, toplumsal ve düşünsel varlığı da sözkonusudur. "İnsanbilim" başlığıyla yola çıkan antropoloji, insanın bu konumuyla da ilgilenmekte ve bu alandaki çalışmaları, antropolojinin "Sosyal Antropoloji" dalı yürütmektedir. Sosyal Antropoloji alanındaki araştırmalar, diğer sosyal bilimlerle etkileşim ve işbirliği içindedir. Sosyoloji, psikoloji, etnoğrafya ve felsefe ile sosyal antropoloji ortak paydaları olan "insan"da buluşmaktadırlar.
Sosyal antropoloji çalışma konularından dolayı kimi zaman kültürel antropoloji diye de adlandırılmaktadır. Çünkü çok genel bir söyleyişle, sosyal antropoloji, insanın doğal ve toplumsal çevresiyle olan etkileşimini ve bu etkileşim sonucunda ortaya koyduğu ürünleri yani insan topluluklarının "kültür"lerini inceleme konusu seçmiştir. Kültür, çok farklı tanımları yapılabilen bir kavramdır ancak bir insan topluluğunun bireylerinin düşünce, inanç ve yaşama biçimleri, yaptıkları aletler ve davranış biçimleri çoğunlukla kültürün göstergeleri olarak kabul edilmektedir. Bir toplulukta, bireylerin ölmelerine karşın kültür sürer gider. Diğer yandan da değer yargıları ve anlayışlar değiştikçe, kültür de değişime uğrar ve bu süreç böylece sürer gider. Bugün aynı ülkede yaşayan bizler kültürümüzü varederken, dünya üzerindeki diğer insan toplulukları da bizimkinden çok ayrı olabilen kendi kültürlerini bizimle aynı anda yaşamaktadırlar.
Günümüzden çok önceleri, tarihöncesi devirlerde yaşamış toplulukların yarattığı "Tarihöncesi kültürler"e gelinirse; bu çok uzun dönemi tanımamıza yardım edebilecek yazılı belgeler yoktur. Elimizdeki temel bilgi kaynakları, sadece, insanların yaptıkları aletler, yaşadıkları ve ölülerini gömdükleri yerlerde bulunan her türlü kalıntıdır. Bunlar da ancak büyük bir bütünün çok küçük parçalarıdır. Buna rağmen bugün, bu çok gizemli ve uzun öykünün, insanın varoluş öyküsünün genel hatlarını çizebilmek mümkün olmaktadır.
İnsanımsı diye adlandırılan türlerin bıraktığı en eski kalıntılar, çok basit aletlerdir. Tarihöncesinde taş alet yapımında olasılıkla üç önemli aşama vardır. İlki, elde olanın yalnızca kullanılmasıdır ve belki de bu aşamayı çok eskiden insan ve gerçek maymunların ortak ataları yaşamışlardı. Kenya'da bulunan bir Ramapithecus fosilinin yanında ele geçen ucu kırılmış çakıl taşı, 14 milyon yıl önce maymunumsu bir yaratığın, bu ilk aşamayı temsil eden aleti kullanmış olabileceğini gösteriyor.
İkinci aşama olan biçimlendirme yani gerektiğinde rastgele alet yapabilmektir. Büyük bir olasılıkla çok uzun sürmeyen ve ilk aşamayla kısmen çağdaş olarak ortaya çıkan bu aşamaya ilişkin kalıntılar 3 ile 2 milyon yıl önceye tarihlenmektedir.
Üçüncü aşama tekbiçimcilik (standardizasyon) dönemidir. Bu dönemde insansılar belli bir iş için belli bir tür alet yapma alışkanlığı edindiler. 2 milyon yıl öncesinde başladığı düşünülen ve Homo Habilis türü ile denk düşen evrim basamağında, birkaç farklı yerde birden birbirine çok benzer alet yapma alışkanlıkları saptanmıştır. İnsanımsıdan Homo Sapiens Sapiens yani modern, günümüz insanına ulaşana kadarki çizgide bu eğilim sürmüş ve birbirinden bağımsız insan toplulukları tarafından farklı yerlerde, çoğu kez de farklı zaman dilimlerinde olmak üzere, aynı iş için aynı tür alet yapım alışkanlığı paleoantropologlar tarafından saptanmıştır. Ayrı bir aşamayı temsil eden her bir alet yapım geleneği ayrı bir isimle adlandırılmaktadır (Olduvai, Acheul, Mouster ve diğerleri).
En eski taş aletler, bir ana taş parçadan başka bir taş ya da tahta parçası ile küçük parçalar (yongalar) kopartma ve daha sonra bu yongaların kenarlarını yine taş parçaları ile düzeltme ya da keskinleştirme tekniğine dayanır. Bu aletleri bitki kökü kazımak ya da hayvan postu temizlemek gibi işlerde kullanan insanlar, zamanla, aletleri geliştikçe toplayıcılığın yanında avcılığa geçmişler ve buzulların izin verdiği ölçüde bol av hayvanı bulabilecekleri yerlerde kamplar kurmaya başlamışlardır. Bir sonraki aşamada yine taştan el baltaları, kazıyıcılar ve dilgilerin yanında hayvan kemiklerinden ve çakmaktaşından benzer aletler de yeralır. Ayrıca insanlar açıkhavanın yanında mağaralarda da yaşamaya başlamışlardır. Avrupa'da İspanya ve Fransa'da incelenen bazı "Eski Taş Devri" (Paleolitik Dönem) mağaralarında tabana gömülü insan iskeletleri bulunmuştur. Bu da insanı insan yapan kimi geleneklerin en eski örneklerinden birini oluşturmaktadır.
En eski taş aletler Afrika'da ele geçmişken, daha gelişkin olanlarına Afrika'nın yanısıra Çin'de, Java Adası'nda ve Avrupa'da da rastlanmıştır. Tüm "Eski Taş Devri" (Paleolitik Dönem) boyunca dört kez tekrarlanan buzul ve buzularası devrelerin getirdiği iklim koşulları ve gittikçe artan insan nüfusun yarattığı toplayacak ya da avlayacak besin kaynağı kıtlığı insanları göç etmeye ve belki de daha önce yerleşilmemiş yeni bölgelerde yaşamaya zorlamış olmalıdır. Homo Erectus aşamasına varan bu hareketli insan artık iğneler, süs ve giyim eşyaları da kullanıyordu.
"Eski Taş Devri" (Paleolitik Dönem)'in günümüze en yakın olan son döneminde (Üst Paleolitik) insanlar, biraz daha önceki zamanlarda başlamış olan ölü gömme ve av başarısını artırma ayinlerini geliştirerek sürdürdüler. Bu ayinlere M.Ö. 30.000 yıllarında, Avrupa'da ilk örneklerine rastlanan kadın figürinleri eşlik etmeye başladı. Taş, fildişinden yontulan ya da balçıktan yapılan, cinsel özellikleri ısrarla vurgulanan (iri kalçalar, büyük göğüsler) küçük kadın heykelleri din oluşumunun ilk işaretleri sayılabilir ve kadının üremeyle ilgili işlevinden dolayı avdaki verimi artırmak için kullandıkları söylenebilir. Ayrıca, bu dönem insanları mağara duvarlarına, kaya yüzeylerine, avladıkları hayvanların resimlerini çizdiler, kazıdılar; bunun avlarını artıracağını düşündüler.
"Eski Taş Devri" (Paleolitik Dönem)in sonlarında son buzullar erimeye başladı ve ormanları, tundraları istila etti. Bu durumda hem av hayvanı sürüleri hem insanlar dağlık mağaraları bırakıp deniz ve nehir kıyılarına, ormanlar içindeki açıklık alanlara dağıldılar. Paleolitik dönemden hemen sonra yer alan bu döneme "Orta Taş Devri" (Mezolitik Dönem) denir ancak; kimi bilimciler bunu da çok kısa süren bir geçiş dönemi olduğu için Paleolitik Döneme dahil ederler. Daha sonra bu dönem yerini "Yeni Taş Devri" (Neolitik Dönem)'e bırakır. Bu dönemde doğal olarak yetişen besinler yeterli olmayınca insanlar kendileri besin yetiştirmeye ve bunun gerektirdiği yerleşik yaşam biçimine geçtiler. Böylece toplumsal yaşam ve günümüz uygarlığına doğru hızlı bir gelişim başlamıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder