23 Eylül 2011 Cuma

Samuel Beckett kimdir - Samuel Beckett'in hayatı ve Eserleri


Çağdaş edebiyatın önemli yazarlarından biri olan İrlandalı oyun yazarı, romancı, şair ve eleştirmen ve Samuel Beckett, Protestan bir ailenin oğlu olarak 13 Nisan 1906'da Dublin yakınlarındaki Foxrockda doğdu. 1920'de Portora Kraliyet Okuluna gittikten sonra, 1923'te Dublindeki Trinity Collegee girerek Roman dilleri öğrenimi gördü. 1928de Paristeki Yüksek Öğretmen Okulunda İngiliz dili profesörü olarak görev aldı.
Bu dönemde, çağdaş roman ve öykü yazarları arasında önemli bir yeri olan İrlandalı yazar James Joyce ile tanışarak onun çevresine girmesi, Beckettin yazarlık yaşamını önemli ölçüde etkiledi. 1930da Dubline dönerek Trinity Collegede Fransızca dersleri verdi. 1931den sonra ise Londrada yaşamaya başlayarak Fransa ve İtalyaya yolculuklar yaptı. 1937de Parise yerleşen Beckett, II . Dünya Savaşı sırasında bir yer altı direniş grubuna katıldı. Nazilerden kaçmak amacıyla gittiği Fransanın güneyindeki Vauclusede gündüzleri tarım işçisi olarak çalışırken, geceleri Watt adlı romanını yazdı. Savaştan sonra İrlandada Kızılhaç Örgütüne gönüllü olarak yazıldı ve bir askeri hastanede çevirmenlik yapmak üzere yeniden Fransaya gelerek 1945'te Paris'e yerleşti.

Beckett, yazarlık yaşamanın en verimli dönemi olan 1946-50 yıllarında, yapıtlarını önce Fransızca yazıp, sonra İngilizce'ye çevirmeye başladı. Bu dönemde yazdığı Molloy, Malone Meurt ve L"Innommable adlı roman üçlemesinde, etkisinde kaldığı düşünür Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım" felsefesinden hareket ederek, insanın benlik ve varoluş arayışlarını irdeledi. Beckett'in, ülkemizde de sahnelenen Godot'yu Beklerken adlı oyunu, yazarın en çok tartışılan ve ona dünya çapında ün kazandıran yapıtıdır. Bu oyun ve bunu izleyen Sonu, Krapps Last Tape, Küller, Mutlu Günler ve Play gibi sahne ve radyo için yazılmış oyunlar, II. Dünya Savaşından sonra Avrupa'da ortaya çıkan ve gerek biçim, gerek içerik açısından yerleşmiş tiyatro kurallarına karşı çıkan Uyumsuzluk Tiyatrosunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu oyunlarda Beckett, acıklı olanı bir çeşit mizahla dile getirerek bir kara güldürü havası yaratmış, en aza indirgenmiş kişiler ve dekorla, insanın amaçsız ve anlamsız bir evrendeki umutsuzluğunu, başkalarıyla iletişim kuramamasından kaynaklanan yalnızlığını aktarmaya çalışmıştır.
Sözsüz Oyun adlı dizi ve Come and Go gibi oyunları ise sözcüklerin en aza indirgendiği çok kısa yapıtlarıdır.
1970'te Nobel Edebiyat Ödülü Beckett'e verilmiştir.

Samuel Beckett: Varoluştan “Öz”e 100 Yıllık Yolculuk


Samuel Beckett bu yıl yüz yaşında. Oysa on yedi yıldır aramızda değil. Godot’yu Beklerken’in Lucky’sinin çektiği, yarım bırakılmış tümceciklerden oluşan, ‘bilgiççe’ düzenlenmiş bir ‘laf salatası’ olarak tanımlanabilecek, sayfalarca süren ünlü ‘söylev’ yoluyla Batı’nın ‘uygarlık söylemi’nin çöküşünü anlattığında İkinci Dünya Savaşı yeni noktalanmıştı.

O dönemde Lucky, ‘efendisi’ Pozzo’ya (Hitler, sözgelimi) bireysel çıkarları gereği destek veren ve sonunda da onunla birlikte yıkım yaşayan bilim adamı ve sanatçı aydınların simgesi olarak yorumlanabilirdi.

Ya bugün? Pozzo’luğu dünya düzeyinde kimselere bırakmaya niyetli görünmeyen Bush Efendi’ye yaltaklanan ‘köle’ Lucky’ler saymakla bitecek gibi mi? Ne ‘dehşetengiz’ bir buluş olduğu zaman içinde iyice anlaşılan ‘küreselleşme’ modeli ile Batı uygarlığının zarafetinin son kalıntılarını da süpürüp atan Huntington üstadımız elde var bir.

Ve onun düşüncesine alkış tutan niceleri... Dünya, Pozzo’nun –elinde kamçı– tempo tuttuğu, Lucky’lerin de kamçı sesine ve darbelerine göre dans edip şakıdığı bir koca sirke dönüşmüş; biz, gariban sirk soytarıları Vladimir’ler ve Estragon’lar da, geçmişe ilişkin hiçbir şey anımsamayarak ve olan bitenden hiçbir şey anlamayarak seyrediyoruz dünyayı. Beckett, insanlık bağlamında olup bitenden yola çıkıp olup bitecekleri de yazmış çünkü. Beckett’in yapıtları, 20. yüzyılın ürünleri olmakla birlikte, ‘zaman’ ve ‘uzam’ sınırlarını aşarak insanlığın yeryüzündeki serüveninin tüm zamanlarını ve uzamlarını kucakladığı için ‘farklı’ ve ‘özel’...

Bu ‘özel’ olma durumu Beckett’in ‘insan’a bakışından kaynaklanıyor. ‘Dünya’ denen olgunun vazgeçilmez varlığı olan ‘toplumsal insan’, aynı zamanda da ‘yeryüzü’ dediğimiz olgunun ‘doğal’ bir yaratığı. Toplum içindeki varoluş, örgütlenmeyi, planlamayı, her tür üretimi ve yönetimi, her tür erk gösterisini içerdiğinden ‘tanrısal olan’a daha yakın; ‘ölümsüzlük’ özlemine özendiriyor insanı. Yeryüzündeki doğal varoluş ise ‘ölümün kaçınılmazlığı’ gerçeğiyle yüz yüze.

Böylece sonsuz bir ikilem içinde yaşamaya tutsak insanoğlu: ‘Tanrısal’ özellikler taşımasına karşın ‘ölümlü’... Beckett bu ikilemi ‘yazı öncesi’ dönemin ‘söylen’ (myth) oluşumlarında görüyor sanki. Öleceğini ve unutulacağını bilen ama ‘tanrısal’ yanıyla ürettikleriyle de ölümsüzleşmeye çırpınan insanın öyküsünü ‘söz’ yoluyla kuşaktan kuşağa ulaştırma çabasının, çağdaş dünyada bilim-sanat yoluyla sürdürüldüğünü... (Herkül öykülerine karşılık artık Süpermen öyküleri yazıldığını, tanrı/tanrıçaların yerini alacak tarihsel ya da çağdaş ‘idol’ler yaratıldığını, tanrıların dağı Olympos’u ele geçirircesine ‘uzay’a seferler düzenlendiğini, kimilerinin koca Zeus gibi evrene egemen olmaya heveslendiğini); ancak, bütün bunların ‘aldanış’ olmaktan öteye gidemediğini; yaşam karşısında tek gerçek olarak ‘ölüm’ün durduğunu, bu nedenle de, ‘ölümsüz’ olmaya çabalamanın da, ‘ölümlü’ olmayı kabullenmenin de insanı eşit derecede gülünç ve acınası kıldığını...

Sonuç olarak da ‘ilkel’ denen insanın yarattığı ‘söylen’ler ile ‘uygar’ denen insanların bilimsel-sanatsal üretimleri arasında özde bir ayrım olmadığını... her iki tür yaratının da ölüp yok olmaya karşı atılan umutsuz çığlıklar olmaktan öteye gitmediğini…

Beckett de bir ‘söylen’ yazarı. Bir anlamda, Batı uygarlığının sımsıkı sarılıp sahiplendiği Yunan mitolojisinin başlangıcı olan Kaos ile 20. yüzyıla ve sonrasına damgasını vuran –‘uygar’ insanın küresel düzeyde erk sahibi olma adına oluşturduğu– Kaos arasındaki insanlık serüveninin yazarı. Ancak, Beckett’in ‘söylen’i, uygarlık tarihinin yazı-edebiyat öncesi ve sonrası tüm dönemlerini bilen, insanı ve evreni tanımlama amacını güden mitolojinin bittiği yerde ortaya çıkarak aynı amacı sürdüren ‘felsefe’nin 20. yüzyılın sonuna dek ulaşan gelişmelerinin de bilincinde olan bir ‘aydın’ kişinin duyarlığının ve birikiminin ürünü...

Beckett ‘söylensel düşgücü’ olarak tanımlanabilecek yaratıcılığını –tıpkı ‘söylen’lerde olduğu gibi– ‘düş’/’karabasan’ sürecindeki yaşantıyı çağrıştıran bir anlatımla biçimlendirme uğraşı içindedir. Romanlarının ‘bilinç akışı’ tekniği bağlamında değerlendirilmiş olmasının, oyunlarının ‘uyumsuz tiyatro’nun öncü yapıtları arasında sayılmasının temelinde hep bu ‘söylensi’ anlatım arayışı bulunmaktadır.
Yazı yoluyla oluşturulacak ‘içerik’ için ‘biçim’ yaratmak yazar Beckett’in en büyük kaygısı olmuştur. Beckett için yazmanın amacı, daha önce kullanılmış yazı biçimlerinin dışına çıkmaktır. Yapıtlarını İngilizce ve Fransızca olarak yazması ya da kendi yapıtlarını bir dilden ötekine çevirirken yaşadığı ‘yaratıcılık’ süreci, ‘yinelenme’ yoluyla tükenme noktasına getirilen ‘dil’i sürekli olarak ‘yenileme’ kaygısıyla ilintilidir. ‘Dil’i yenileme kaygısı, ‘anlatım’ı yenileme kaygısıyla da buluşacak ve Beckett zaman içinde ayrıntılardan gitgide arındırılagelen ve ‘minimalizm’ yönünde ilerleyen yazınsal/teatral anlatımların ustası olacaktır.

‘Anlatım’da ‘minimalizm’, Beckett’in yapıtlarının ‘uyumsuz’ dünya görüşünü yansıtan içeriği ile uyum içindedir. Christopher Innes ‘uyumsuz’ dünya görüşünü Albert Camus’nün Sisyphos Efsanesi başlıklı yapıtına gönderme yaparak şöyle açıklar: ‘İletişimin olanaksızlığı ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında yaşamın anlamsızlığı’ (1981: 202). Beckett’e göre, toplumsal çevre içinde etkin bir kişi olmaya, toplumsal çevrenin gerektirdiği kurallara uyarak kendisi için saygın bir kimlik oluşturmaya çalışan insan ‘aldanış’ içindedir. Bu tür kişilere hiç benzemeyen ‘has’ Beckett karakterleri, yüzeysel gerçeklerin ‘en az’a indirgendiği, ‘çıplaklaşmış’ bir dünyada varolurlar.

Beckett’in çıplaklaşmış dünyasına en yaraşan insan tipini, toplumla tüm ilişkileri kesilmiş, sahip olabildikleri eşyalar bile olabildiğince sınırlı, ‘uzam’ın ve ‘zaman’ın bağlayıcılığından arınmış, yeri yurdu olmayan garip serseriler oluşturur. Beckett bu insan tipini Molloy başlıklı romanının kahramanı Molloy’da ve Godot’yu Beklerken’in iki başkişisi Vladimir ve Estragon’da somutlaştırır. ‘Sofokles’in Oedipus’unun Kral Oedipus ve Oedipus Kolonos’ta oyunları arasında geçen süreyi kaplayan ‘sürgün’ yaşamı, ya da Lear’ın ‘fırtına’ sahnesi boyunca ‘zaman’, ‘uzam’ ya da ‘toplumsal kimlik’ sahibi olmanın güven vericiliğinden yoksun olarak ‘bilinçte’ yaşadığı sancılı süreç, Molloy’un, Vladimir’in ve Estragon’un öykülerinin tümünü oluşturur. (Yüksel, 2006: 34)

Dünyanın ‘çıplaklaşma’sı romandan romana, romandan tiyatroya, oyundan oyuna geçişlerde kademe kademe gerçekleşir. Molloy ile Godot’yu Beklerken, Beckett’in roman ve tiyatro türlerinde ulaştığı olgunluk döneminin göstergeleridir. Beckett’in yazı dünyasında bundan böyle yeryüzünde yeterince yaşamış, fiziksel gücü kısıtlı, belleği zayıflamış kahramanlar kol gezecektir. İlk öykülerin kahramanı Belacque ve ilk romanın başkişisi Murphy dünyayı kavramaya çalışan genç insanlarken, bir sonraki roman Watt’tan ünlü ‘Üçleme’nin ilk romanı Molloy’a geçişte, yaşlı insanların dünyasına adım atmıştır Beckett. Molloy’un ikinci başkişisi, toplumsal kimliğinin sağlamlığına inanan, orta yaşlı Moran, ‘söylensi’ bir ‘karabasan’ süreci içinde fiziksel gücünü ve toplumla ilişkisini adım adım yitiren Molloy’a dönüşürken, ‘Üçleme’nin ikinci romanı Malone Ölüyor’un kahramanı Malone yalnızca yazabilecek düzeyde hareket edebilen bir ‘yatalak’ kişidir.

Romanın sonunda, yontula yontula küçülen kurşunkalemin yazabildiği son tümceden sonra Malone’un fiziksel varlığı ortadan kalkacak, ‘Üçleme’nin son romanı Adlandırılamayan’ın kahramanı, bedeninden bütünüyle kopmuş (dolayısıyla kendine ‘ben’ diyemeyen) ‘bilinç’ olacaktır.

Beckett’in öykü-roman yoluyla kahramanlarına yaşattığı ‘bilinç oyunu’ bu noktada sonlanır. Beckett bir yandan da yazma biçimini sürekli olarak yalınlaştırmaktadır. Anlatı yalnızca gerektiğince kullanılmaktadır. Tümceler gitgide tümceciklere, sözcüklere, ünlemlere indirgenir. Roman kişilerinin sayısı da gitgide azalmış, son romanda ise ‘karakter’ ortadan kalkmıştır.
Böylece, 1950’li yılların başında, bir anlamda ‘yazının sıfır noktası’na ulaşmış olan Beckett’in, hiç zaman yitirmeden ‘anlatı dili’nden ‘sahne dili’ne geçtiği görülür. Çünkü roman türünde yazmayı sürdürmesi ‘sıfır noktası’ndaki yazıyı da aşındırması demekti. Oysa, tiyatro sahnesinin gerekli kıldığı ekonomik anlatım ve görsel-işitsel düzlemlerde de anlam iletme olanağı Beckett’e yeni bir açılım sunmaktadır. Yazar, roman türünün ‘öykü anlatma’ zorunluluğundan kurtulacak, dili en yalına indirgenmiş biçimiyle değerlendirebilecek, dahası, sahnede, sanki bir satranç tahtası üstünde olduğu gibi ‘oyun kurma’ olanağına kavuşabilecektir. (İlkgençliğinden bu yana yaman bir satranç oyuncusudur Beckett.)

Beckett’in ilk oyunu Eleutheria, Beckett’in anlatı türünden tiyatro türüne geçiş aşamasında yaptığı bir denemedir. Toplumsal çevreyi betimleyen bir sahne tasarımı, çok sayıda oyun kişisi ve bol bol diyalog gerektirdiğinden Beckett için önemli bir açılım sayılmaz. Beckett, tiyatroda aradığı yenilikçi anlatım ortamını ilk oyunun hemen ardından yazdığı Godot’yu Beklerken’de yakalar. Beckett tiyatrosu, kişilerin, hareketin, diyaloğun ve dekorun ‘en aza indirgenmiş’ olduğu aşamada oluşur. Godot’yu Beklerken’de uzam ‘herhangi bir yer’, zaman ‘herhangi bir çağ’, oyun kişileri ise sirk palyaçosu, müzikhol oyuncusu ya da iki kişiye bölünmüş Şarlo çağrışımını yaptıran, tüm insanlığın simgesi iki serseridir: Vladimir ile Estragon ya da Didi ile Gogo’nun tek eylemleri vardır: hiçbir zaman gelmeyecek olan Godot’yu (‘Tanrı’ ya da başka tür bir kurtarıcı) bıkıp usanmadan beklemek.

Böylece herhangi bir hareket gerektirmeyen ‘bekleme’ edimi bir ‘gerilim’ öğesi olup çıkar. Bu ikiliye zaman zaman Pozzo-Lucky ikilisi eşlik eder. Onlar toplumsal kimliğin önemli olduğu doğrultudaki ‘aldanış’ın sürdüğü, zaman ve uzam baskısıyla belirlenmiş bir gerçeklik düzleminin ürünleridir. Bu nedenle de durmadan bir yerden bir başka yere giderler ve zaman içinde çürüyüp yozlaşırlar. Gün gelecek –oyun sonrasında– onlar da Vladimir ve Estragon gibi zaman ve uzam dışı kalacaklardır...

Bir sonraki oyun olan Oyun Sonu yine bir ‘ikili’yi getirir sahneye. Hamm ‘efendi’, Clov ise ‘köle’dir. Sanki Pozzo ve Lucky’yi simgelediği efendi-köle ilişkisinin en yozlaşmış son aşamasını göstermek için sahnededirler. Beckett’in, insana ve dünyaya bakış açısını, anlatı dilinden sahne diline aktarma işlemi tamamlanmış gibidir artık…

Yazarın bir sonraki aşamadaki tiyatro eyleminde insan ‘ses’i ile ‘görüntü’sünü birbirinden ayırdığı görülür. Beckett 1956’da hem radyo oyunları hem de sahne, televizyon, sinema için sözsüz oyunlar yazmaya başlamıştır. 1958’de ise Krapp’ın Son Bandı’nda ilk kez tek kişilik oyun yazmayı denerken, sahnedeki canlı insan görüntüsü ile radyo oyunlarının banda alınmış ‘ses’ özelliğini buluşturacaktır.
Beckett’in 1960’ta yazdığı Mutlu Günler’in özelliği sahnedeki kahramanın yarı beline dek toprağa gömülmüş olmasıdır. Beckett, ‘Üçleme’de dile getirdiği ‘bedenin yokoluşu’ eylemini bu kez görselleştirmiştir. Oyunun son aşamasında karakter toprağa boğazına dek gömülüdür...

1963-83 yılları arasında yazılmış kısa oyunlarda ise karakterin parçalandığı, oyun kişilerinin yerine seslerin, soluk almaların, gözlerin, ağızların geçtiği görülür. Beckett sahne dilinde de Adlandırılamayan’da olduğu gibi ‘yazının sıfır noktası’na ulaşmıştır. Beden tiyatroda da yok olmuştur.

Bilinç ise yaşamaktadır. Beckett’in ‘söylen’ yazma edimini yüzyıllar öncesinden kopup gelmiş söylenlerde yansıyan insanlık bilinci ile buluşturan işte bu özelliktir.

Ayşegül Yüksel

Kaynaklar:
INNES, Christopher (1981) Holy Theatre. Cambridge Cambridge University Press.
YÜKSEL, Ayşegül (2006) Samuel Beckett Tiyatrosu. (3. basım) İstanbul: Dünya Yayıncılık.

kitap-lık
Sayı: 97 Eylül 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder