23 Eylül 2011 Cuma

Türkiyede Opera ve Bale - Opera ve Balenin tarihi ve Gelişimi

OPERA

Sanatın her dalında ileri gitmiş Floransa'nın Medici yönetimi, tüm sanatları içine alacak yeni bir sanat yaratmak için kolları sıvadılar. İçlerinde, edebiyatçıların, ressamların, mimarların, bestecilerin, tiyatrocu ve dansçıların olduğu çalışma grubu, birkaç yıllık çaba sonunda "Daphne" adlı, konusunu mitolojiden alan, Jacobo Peri tarafından bestelen ilk ürününü verdi. Geçen yıllar içinde opera denen bu sanat, hızla gelişti.Önce İtalya'nın diğer kentlerine, sonra Fransa, İngiltere ve Almanya 'ya değişerek-gelişerek yayıldı.

TÜRKİYE'DE OPERA
Ansiklopediler "Opera" nın tanımını kısaca şöyle yapmışlar: "Sözlerinin tümü ya da büyük bölümü şarkı olarak söylenen, müziğe uygulanmış sahne yapıtı ve baştan sona bestelenmiş, sololu, korolu, orkestralı sahne oyunu" gibi.
Türkiye'de opera deyince konumuzu iki büyük başlık altında incelemek gerekmektedir.
I. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi
II. Cumhuriyet Dönemi

I. OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Avrupa ülkelerine gönderilen elçilerin ülkemize döndüklerinde padişaha hazırlayıp sundukları raporlarda, "Opera" kelimesinden bahsettikleri görülür. Uzun uzun bu seyrettikleri operaları anlatan elçiler, sarayda operalara karşı bir ilginin oluşmasına neden oldular. Böylece padişah III Murad döneminde (1574-1595) sarayda ilk müzikli oyun sergilendi. Daha sonraları kendisi de bir besteci olan padişah III Selim döneminde (1761-1808), Topkapı sarayında 1797 yılında yabancı bir topluluğa opera temsili verdirdiği o dönemin saray katibinin tuttuğu notlardan anlaşılmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda da Osmanlı elçilerinin sefaretnamelerinde opera ile ilgili bilgileri devam etti. Tanzimat'tan sonra İstanbul'da yapılan tiyatro binalarında İtalyan opera toplulukları tarafından Verdi operalarının temsilleri verildi. Türkiye'de daha çok 19.yüzyılın ortalarına doğru başlamış bulunan, müzikte yenilenme çabalarına, herşeyden önce İtalyan opera sanatı örnek olmuş ve bu sanatın beşiği demek olan İtalya'daki hocalardan yararlanılmıştır. Hatta bu konuda, karşılaşılan ilk önemli örnek, Tanzimat'tan 7 yıl sonra, büyük İtalyan bestecisi Giuseppe Verdi'nin (1813-1901) 1846 yılında, bir İtalyan opera grubu tarafından Beyoğlu'nda oynanan "Ernani" operasıdır. Yapılan araştırmalarla, Verdi operalarının, 1846-77 yılları arasında ve İtalya'daki dünya prömiyerlerinden bir ya da birkaç yıl sonra İstanbul'da oynanmış oldukları kesinlikle tespit edilmiştir. Bu dönemde İstanbul'da Beyoğlu tiyatrolarında, İtalyan opera topluluklarının sergiledikleri operalarla ilgili afişler ve dönemin gazetelerinden gösterilerle ilgili yazıların yayınlanmasından da anlaşılıyor ki büyük bir izleyici grubuna hitap edilmeye başlanmıştır.

1840'ta Bosco adlı bir İtalyan tarafından yapılan ilk tiyatro binasında, metinleri Türkçe'ye çevrilerek oynanan operaların ilki, Gaetano Donizetti'nin "Belisario" operasıydı. 1844'te Bosco'nun tiyatrosu Tütüncüoğlu Michael Naum Efendi'ye devredildi. Naum Efendi 26 yıl istanbullulara hizmet verdi. Naum Tiyatrosu'nda oynanan ilk opera (29 Aralık 1844) Gaetano Donizetti'nin "Lucrezia Borgia" adlı yapıtı oldu. 1946 yılında yanan bu tiyatronun yerine, Naum Efendi, bugünkü Tokatlıyan İşhanının bulunduğu yörede yeni bir tiyatro kurdu ve ilk temsiline Sultan Abdülmecit de geldi. Naum Tiyatrosu'nun 5 Haziran 1870'de ikinci defa yanması ve Osmanlı İmparatorluğu'nun özellikle o sıralarda büyük siyasi bunalımlar içinde bulunması, opera konusunun gereğince ele alınmasına imkan sağlamamıştır. Ama Naum Efendi'nin tiyatrosu ikinci kez yanıncaya kadar, düzenli opera temsilleri verildi. Naum Efendi, tiyatrosunda yabancı dillerde yapıtlar sahneleyebilmek için "imtiyaz" alarak bu konuda bir tekel oluşturdu. Bu arada azınlıkların kurduğu opera kumpanyaları da ayrı bir önem taşır. Dikran Çuhacıyan'ın, Güllü Agop'un, Küçük İsmail ile Mınakyan'ın kumpanyaları bunların arasında en önemlileridir. Böylece 1885 yılından, imparatorluğun tarihe karıştığı yıl olan 1923'e kadar geçen 38 yıllık bir süre içinde de, çoksesli Türk Sanat Müziği, hele opera konusu tamamen duraklama dönemine girmiştir.

II. CUMHURİYET DÖNEMİ

Cumhuriyet'in ilan edildiği yıllarda ülkemizde opera dalında önemli gelişmeler olmadı. Ziya Gökalp'in müzik konusundaki görüşlerinden etkilenen Atatürk, Cumhuriyet sonrasında devletin müzik politikasını, "Türk halk müziğini temel alıp Batı'da geliştirilmiş çoksesli teknik ve yöntemleri kullanarak yeni bir müziğin yoğurulması" biçiminde belirlemişti. Bu temel ilke uyarınca yetenekli gençler Avrupa'ya müzik öğrenimine gönderildi. Avrupa'daki müzik eğitimini tamamlayarak yurda dönen genç müzikçiler, 1930'lardan sonra bu alanda da etkinliklerini göstermeye başladılar. Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'nin, İstanbul'da Darülelhan'ın kurulması, dışarda eğitim gören genç öğretim üyelerinin bu kuruluşlarda öğrenci yetiştirmeye başlaması, opera alanında gerek besteci, gerekse yorumcu açısından umutlu bir geleceğe atılan ilk adımlar oldu.
Cumhuriyet'in müzik politikasına uygun ilk operayı Ahmet Adnan Saygun besteledi. Konusu ve librettosu üzerinde Mustafa Kemal'in de titizlikle durduğu "Özsoy" (öbür adıyla Feridun) adlı bu operanın metnini Münir Hayri (Egeli) yazmıştı. Türklerin İranlılarla aynı soydan geldiği temasını işleyen "Özsoy" ilk kez 19 Haziran 1934'te, Mustafa Kemal'in ve onun resmi konuğu İran şahı Rıza Pehlevi'nin huzurunda sahnelendi. Bu ilk operayı, gene Ahmet Adnan Saygun'nun "Taşbebek" iyle, Necil Kazım Akses'in "Bayönder"i izledi.
Türkiye'de oynayan ilk ulusal operalar beklenen sonucu kısa sürede vermiş ve Milli Eğitim Bakanlığı, Atatürk'ün direktifleriyle Ankara'da bir devlet konservatuvarının kurulmasıyla ilgili hazırlıklara başlamıştır. Milli Eğitim Bakanlığı'nda ilk olarak bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. 1936 yılında da 1924 yılında Ankara'da faaliyete geçirilmiş bulunan Musiki Muallim Mektebi'nin öğrencileri arasından seçilen yetenekli elemanlarla, gene aynı kurumun içinde ilk olarak devlet konservatuvarı sınıfları faaliyete geçirilmiştir. Çünkü 1935/36 ders yılı döneminde, Almanya'dan ünlü besteci Paul Hindemith ile, ünlü tiyatro rejisörü Karl Ebert Ankara'da davet edilmişler ve her ikisinin de yaptığı incelemeler sonunda verilen raporlara göre, Musiki Muallim Mektebi içinde devlet konservatuvarı sınıfları çalışmaya başlamıştır. 1935/36 ders yılında, Musiki Muallim Mektebi'nde kurulmuş bulunan devlet konservatuvarı sınıflarında, müzik sanatının bütün dallarında olduğu gibi, tiyatro ve opera alanında da çalışmalara hızla başlanmış ve kısa zamanda uzun mesafeler alınmıştır. Paul Hindemith'in, sürekli görev kabul etmeyerek, zaman zaman Ankara'ya gelip konservatuvarı denetlemesi ve rapor vermesi yanında, anlaşmalı uzman olarak Ankara'da kalmış olan Karl Ebert, Devlet Konservatuvarı tiyatro tatbikat sahnesi ile, opera stüdyosunu, dokuz yıl kesintisiz yönetmiştir. Karl Ebert'in Ankara Devlet Konservatuvarı'nın opera stüdyosundaki eğitim öğretimle ilgili çalışmaları, başlangıçta, uluslararası opera literatürünün standart eserlerinden alınan örneklerle, Türkçe metinli denemeler halinde oluşup gelişmiştir ve bu alanda öğrencilerin sahneye koydukları ilk oyun, W. A. Mozart'ın bir perdelik Bastien and Bastienne adlı operası olmuştur. Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın eşliğinde ilk olarak Türkçe metinle oynanmış bulunan bu eser, zamanın basınında geniş ilgi yaratmıştır. Opera konusunda elde edilmiş olan olumlu sonuç, batı operalarından türkçe librettolu operalar oluşturma çabasına yol açmış ve 1940 yılında Türkiye'de ilk olarak, ünlü besteci G. Puccini'nin Madame Butterfly operasının sadece 2.perdesi, 1941 yılının mayıs ayında da gene Puccini'nin Tosca operasının sadece 2.perdesi, konservatuvarın opera stüdyosu elemanları tarafından, türkçe librettolarla ve üstün bir başarı ile sahneye konmuş ve bu ilk opera temsilleri, zamanın basınında oldukça ilginç yankılar yaratmıştır. Üç yıllık yoğun çalışma sonunda elde edilen bu büyük başarı, bu konuda gerekli önlemlerin alınmasını gerektirmiştir. 16 Mayıs 1940 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile Musiki Muallim Mektebi içinde idareten kurulup faaliyete geçirilmiş olan devlet konservatuvarı sınıflarının: Müzik, Opera, Bale ve Tiyatro bölümlerini içine alan bir Devlet Konservatuvarı'na dönüşmesini sağlamıştır. Nitekim yıllar geçmiş, Ata'nın beklediği günler de gelmiş, devlet konservatuvarı, yetenekli besteciler, müzikçiler, solistler, balerinler yetiştirmiştir. 1947/48 yılları arasında Ankara'da, ünlü Alman mimar Bonatz tarafından, Sergievi binası tiyatro ve opera binasına dönüştürülmüş ve Büyük Tiyatro, 2 Nisan 1948 Cuma gecesi törenle hizmete girmiştir. "Türk Beşlileri" olarak nitelenen bestecilerin eserlerine yer verilen bir programla açılışı yapılan "Büyük Tiyatro" da, o gece, Ahmet Adnan Saygun'un "Kerem" operası da ilk kez seslendirilmiştir. 1949 yılında özel bir yasa ile çalışmalarına başlamış bulunan Ankara Devlet Opera ve Balesi ile bu kurumun kolu halinde kurulan İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin çeşitli kadro ihtiyacını, devlet konservatuvarından mezun olan sanatçılarla karşılayabilme imkanı elde edilmiştir. Ankara Devlet Operası'nın kuruluşunda önemle yer alması gereken opera orkestrası ile korusu ve balesinin de 1950/53 yıllarından itibaren organize edilmelerine başlanmış olması, bu üç ayrı ünitenin zamanla üstün düzeyde bir bütün oluşturmasına imkan sağlanmıştır ve bunlardan bale okulu, 1947 yılında İngiltere'den davet edilen ünlü bale uzmanı Dame Ninette de Valois'in katkısıyla, önce İstanbul'da Yeşilköy'deki pansiyonlu ilkokulda kurulmuş ve değerli bale uzmanlarının eğitimi altında yetiştirilmiş bulunan ilk baleciler, üç yıllık bir eğitim ve öğretimden sonra, öğrenimlerini 1950 yılında, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda kurulan bale bölümünde sürdürmüşlerdir. İlk mezunlarını da 1956/57 yılında vermiştir. Devlet Tiyatroları'nın ilk genel müdürü Muhsin Ertuğrul'dan sonra göreve 1951'de Cevat Memduh Altar getirildi. Altar, operada "repertuvar" sistemi ile "yıldız" sistemine önem vererek, dünya sahnelerinin ünlü kişilerini davet etti. 1958'de tiyatro ile opera ayrılıp iki farklı Genel Müdürlük olunca, Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin ilk genel müdürlüğüne de Necil Kazım Akses getirilmiştir. 1959/60 yılında İstanbul'da da opera kurma çalışmaları sonuçlandı ve Aydın Gün, Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nda İstanbul Şehir Operası'nı kurdu. 1970'te özel bir yasayla devlete bağlanan bu kuruluş halen İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü olarak etkinliklerini Atatürk Kültür Merkezi'nde sürdürmektedir. Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'ne bağlı olarak İstanbul'dan sonra 1983 yılında İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü, 1992 yılında Mersin Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü ve 1999 yılında da Antalya Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü kurulmuştur.

BALE

Bale dans, mimik, müzik ve dekor sanatlarının ileri standartta birleştirilerek kullanan bir tiyatro gösterisi olarak tanımlanabilir. Asıl eleman olarak kullanılan dans aslında italyancadans anlamına gelen "ballo" ya da "balletto" sözcüğünden türetilmiştir.
Bale ilk olarak İtalya'da rönesans döneminden görülmektedir. Mim sanatçılarının ortaçağ ve rönesans tiyatro gösterilerinde ve geleneksel halk gösterilerindeki dans adımları bugünkü balenin temellerini oluşturur. O zamanlarda koreografik bir düzeni olmayan bale Dominic de Piacenza ve Antonio Cornazzo'nun ilk koreografik kompozisyon denemeleri ve adımlara isim vermeleriyle gelişmiş bu noktada Fransızlar çok etkilenmiş ve bunun sonucunda bugünkü balenin ilk tohumları 1581'de Catherine de Medici'nin "Beaujoyeux" adlı Le Ballet Comique de la Reine tarafından sahnelenen gösterisiyle atılmıştır.
Fransa'da Henry IV tarafından desteklenen bale tüm Avrupa'ya, oradan da 16. ve 17.yüzyılın sonlarında da Danimarka ve Isveç'e kadar yayılmıştır. Balenin altın çağı kendisi de iyi bir dansçı olan Louis XIX döneminde başlamıştır. Bu döneme kadar halk tarafından dans edilirken bir kez profesyonel dansçılar kostüm maske ve peruklar kullanarak dans etmeye başlamışlardır. 18.yüzyılda bale tamamen kendini opera sanatından soyutlayarak özgür bir sanat formuna kavuşmuştur. Bunun da tohumları George Noverre trafından atılmış ve bugün sahnede gördüğümüz bale sanatı onun koyduğu kurallar üzerine kurulmuştur.

18.yüzyılın ikinci yarısında Rusya'ya ulaşan bale St.Petersburg da Petipa ve Saint-Leon la hayat bularak gelişmiş ve bugün hale sahnelenen Uyuyan Güzel, Fındıkkıran ve Kuğu Gölü gibi tanınmış eserler buradan tüm dünyaya yayılmıştır.

Türkiye'de Opera ve Bale

Türkiye’de Cumhuriyet ilan edildikten sonra çoksesli müziğin yaygınlaştırılması hareketi başlatılmıştır. Opera, müziğin en yüksek biçimi olarak kabul edilmiş ve bir Türk Operası’nın kurulması yönündeki çalışmalara hız verilmiştir. 1930 yılında İstanbul'da "Opera Cemiyeti" kurulmuş, 1934 yılında ise "Büyük Opera Heyeti" tarafından Verdi'nin "La Traviata" operası sahnelenmiştir. Aynı yıl Atatürk ve İran Şahı Rıza Pehlevi'nin huzurunda başarıyla sahnelenen Ahmed Adnan Saygun’un bestelediği "Özsoy" operası, Türk opera tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılır. 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nın açılışı ve son sınıf öğrencileri için Konservatuar Tatbikat Sahnesi’nin kurulması ile disiplinli opera çalışmaları başlamıştır. Almanya’dan gelen ünlü besteci Paul Hindermith ve opera rejisörü Carl Ebert’in Türkiye’de opera sanatının gelişmesine önemli katkıları olmuştur. Bu dönemde yetişmeye başlayan ve Türk operasının öncüleri olan genç öğrenciler, 1940 yılında Ankara Halkevi Sahnesi’nde ilk temsillerini vermişlerdir.

Bu ilk temsilde Mozart’ın "Bastien ve Bastienne" adlı eseri ile Puccini’nin "Madame Butterfly" operasının ikinci perdesi Türkçe olarak sahnelenmiştir. Bunu, 1941 yılında Puccini’nin "Tosca" operasının ikinci perdesi" ve Madame Butterfly" operasının tamamı ile Beethoven’in "Fidelio"sunun sahnelenmesi izlemiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra kültür ve sanat alanında da büyük gelişmelere tanık olunmuş ve halkın isteği ve ilgisi doğrultusunda çalışmalar gerçekleştirilmiş, konservatuar açılmış, Türk bestecileri kendi eserlerinden örnekleri en güzel şekilde sahneye taşımış ve tüm dünyanın büyük beğenisi ile karşılanmışlardır.

Resmi ve akademik özelliğe sahip olan ilk bale okulu ise, 1948 yılında İstanbul’da kurulmuş, 1950'de Ankara’ya taşınarak Devlet Konservatuarı’na bağlanmıştır. Devlet bale okulunun kuruluş hazırlıklarını yapmak üzere 1947’de ülkeye davet edilen İngiliz Kraliyet Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de Valois’nın, Türk balesinin gelişimine büyük katkıları olmuştur. Ankara Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü'nün ilk gösterisi, 1950 yılında gerçekleşmiş ve temsilde Ulvi Cemal Erkin’in müziği üzerine Joy Newton’un koreografisini yaptığı "Pastoral Suit" ve "Keloğlan" baleleri sunulmuştur.

Bunu ilk bale temsili olan tek perdelik "El Amor Brujo/Büyüleyen Aşk", tümüyle sahnelenen "Coppelia" ve Ferit Tüzün’ün müziği ile Valois’nın Türk Folkloru ve bale tekniğini bir araya getirerek yarattığı ilk özgün bale olan "Çeşmebaşı" izlemiştir.

16 Haziran 1949 tarihinde, Devlet Tiyatroları’nın Kuruluş Kanunu’nun yürürlüğe girmesi çerçevesinde çalışmalarını sürdüren Devlet Opera ve Balesi, 1968 yılında Kültür Müsteşarlığı tarafından düzenlenen protokol ile fiilen ayrılmış, 1970 yılından itibaren ise ayrı bir genel müdürlük olarak çalışmalarına başlamıştır.

Opera ve baleyi ülkenin her yerinde yaygınlaştırmayı amaçlayan Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Ankara merkez olmak üzere İstanbul, İzmir, Mersin ve 1999 yılında perdelerini açan Antalya müdürlüklerinden oluşan taşra teşkilatları ile çalışmalarını sürdürmektedir. Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan Samsun, Antalya, Gaziantep, Sivas ve Van Devlet Opera ve Balesi Müdürlükleri’nin ise kadro tesisi mevcut olarak açılmayı beklemektedirler.

Ülkede ayrıca Devlet Opera ve Balesi bünyesinde kurulan ve 10. yılını kutlayan Modern Dans Topluluğu gibi yeni oluşumlarla da sahne sanatlarının evrensel boyutunu her alanda yakalama çabasına ivme kazandırılmıştır. Opera ve Bale kurumları geleceğin sanatçıları ile geleceğin izleyicilerini yetiştirmek üzere çocuk korosu ve çocuk balesi faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Devlet Opera ve Balesi'nin, uluslararası sanat platformlarında kendilerini kabul ettirmiş başarılı sanatçıları tarafından gerçekleştirilen etkinliklerine yoğun bir ilgi vardır. Aylık temsil sayısı Ankara ve İstanbul'da 150-200'e, İzmir'de 50'ye, Mersin'de 25-30'a ve Antalya'da 10'a ulaşmıştır. Yerleşik 5 sahnenin dışında ayrıca açık alanlar, parklar, üniversiteler ve tarihi mekanlarda da temsil ve konserler düzenlenmektedir. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nün gerçekleştirdiği en önemli sanatsal organizasyon olan Aspendos Opera ve Bale Festivali, 1998 yılından itibaren uluslararası bir festival olarak pek çok yabancı topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Her yıl 80 bine yakın seyircinin izlediği festival, bu yıl daha fazla turiste hitap edebilmek amacıyla uzatılmıştır. Festival 2003 yılında 14 Haziran - 16 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilecektir.


OPERANIN TARİHÇESİ

Opera sanatının anayurdu İtalya’dır. Rönesans’ın başlıca merkezlerinden biri olan Floransa, çağımız müzikli sahne eserlerinin de beşiği sayılır. Incelemelerden, opera fikrinin bu şehirdeki bazı müzikçi ve şairlerin birleşerek eski Yunan oyunlarına benzer eserler yazmak istemelerinden doğduğu anlaşılıyor. Örnek olarak “Yunan Trajedisi” alınınca eşlik edecek müziğin nasıl olacağı problemi tartışmalara yol açmış, mısraları Renuccini tarafından yazılan ve Peri tarafından 1594 de bestelenen “Dafne” adlı ilk opera sanat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştı. Böyle bir verimde, sarayını operanın ilk yaratıcılarına açıp onları destekleyen sanatsever Vernio Kontu Giovanni Bardi’nin rolü ve hizmeti büyüktür. Peri 1600 yılında “Euridice” adlı bir opera daha yazmıştır. Her iki verimi de basit şarkılarla donanmış ilkel opera örnekleridir.
Operada ilk gelişimi Monteverdi’de görüyoruz. 1607 yılında bestelediği “Orfeo” adlı operasıyla orkestrayı birinci plana almış, ses türlerini zenginleştirmiştir. Gagliani ve Rossi gibi bestecilerle koro, resitatif ve gelişmiş arya türleri doğmuş, 1637’de Venedik’te ilk opera binasının açılmasıyla sanatın merkezi Floransa’dan bu şehre geçmiştir. Burada koro ikinci plana alınmış, “arioso”, “canzone”, “cavatine” gibi yeni teganni şekilleri katılmış, resitatif önem kazanmıştır. Cesti, Ziani, Draghi, Pallavicini, Vivaldi ve Lotti gibi sanatçılarla Venedik üslubu opera doğmuştur.
Italyan operası Avrupa’ya tez zamanda yayıldı. Almanya’da 1627’de ilk defa Schütz “Daphne” adlı Floransa stili bir opera besteledi. Müzikli sahne eserleri Alman şehirlerinde, özellikle Viyana, Münih, Dresden, Hamburg ve Leipzig tiyatrolarında yer buldu. Oynanan eserler İtalyancaydı. Ulusal Alman Operası 1644 yılında Staden tarafından yazılan ve ilk Almanca opera olan –Seelewig- adlı eserle başlamış, Hamburg, Alman Operasının ilk belli başlı merkezi olmuştur. Strung, Kusser ve Keiser gibi besteciler de ilk önderlerdir. İngiltere’de Purcell, İtalyan üslubu birkaç opera bıraktı. Fransa’da opera zevki 1645 senelerinden sonra memlekete gelen İtalyan opera truplarının etkisiyle uyandı. 1671’de ilk opera binası Académie Royal de Musique, Cambert adlı bestecinin –Pomane- adlı eseriyle açıldı. Fransız Operasının o zamanki büyük yaratıcısı aslen İtalyan olan Lully’dir. Klasik tiyatro eserleri, Corneille’in trajedileri, Moliére’in komedileri bestelendi, saray balesi ve çeşitli danslar operanın ana süsleri olarak kullanıldı. Lully’nin günümüze kalmış eseri 1674’te yazdığı “Alceste” dir. Lully okulunu Rameau 1733 de bestelediği “Hippolyte de Aricie” operasıyla sürdürdü. 17.yy. sonlarına doğru Napoli, İtalyan operasının merkezi olmaya başladı. Okul, Provenzale tarafından kuruldu ve Alessandro Scarlatti tarafından başarıyla temsil edildi. Bu okulda bir takım özellikler görmekteyiz; zengin melodik şarkılar “bel canto”, güzel, uzun aryalar, “secco recitativo” – eşliksiz resitatif’ gibi… Scarlatti’den sonra Leo, Durante, Feo ile Haendel’in de etkisinde kaldığı bu okul, müziğin şiir ve söze üstünlüğünü kabul etmişti. Daha sonraları Zeno ve Metastasio gibi metin şairlerinin trajedilerini besteleyen Bonancini, Porpora ve Piccini opera sanatına yeni buluilar getirdiler. Orkestra eşliği ile yapılan resitatifler bunların arasındadır. Almanya’da bu çağın büyük bestecileri Hasse ve Graun “opera buffa – gülünçlü opera” türünde başarı gösterdiler. İtalya’da yive bu çağlarda büyük operaların perde aralarında “intermezzo” denilen küçük, hafif sahne eserleri oynanıyordu. Pergolesi 1733 de bestelediği “La Serva Padrona” adlı “intermezzo”su ile bu tarzın üstün bir örneğini verdi.
“La Serva Padrona” birçok İtalyan ve Fransız bestecisi üzerinde etkiler yaratarak “opera comique” in doğmasını sağladı. “intermezzo”nun diğer ustaları şunlardır: Guglielmi, Paisiello ve Cimarosa…
Halk müziğinin etkisiyle yazılmış gülünçlü operalar 18. yy.da özellikle İngiltere’de tutuldu. “Ballad Opera” denilen bu biçim eserlerden Gay’in yazıp Pepusch’un bestelediği “Begger’s opera – dilenci operası” büyük başarı kazanarak Londra’da bulunan Haendel’in yaygın ünü için tehlikeli oldu. Bu biçim Almanya’ya “Singspiel” adıyla geçti. Weise’nin yazdığı ve Standfuss’un bestelediği “Der Teufel ist los” adlı “singspiel” bu yolda ilk eser olarak kabul edilir. Aynı üsluptaki eserlere Fransa’da “opéra comique” dendi. Bunlara güzel bir örnek J.J. Rousseau’nun “Le Devin du Village” adlı eseridir. Bu yolda eser veren diğer besteciler şunlardır: Duni, Philidor, Monsigny ve Grétry…
Singspiel, Almanya’da Mozart’la en üstün, en zarif örneklerini kazandı: Die Entführung aus dem Serail ve Die Zayberflöte gibi... Haydn, Dittersdorf, Neefe, Benda ve Reichardt bu biçimin diğer tanınmış simalarıdır.
Ciddi opera Gluck ve metin şairi Calzabigi ile sürüp gidiyordu. Buna en belirli örnek 1762 de yazdığı Orfeo ed euridice dir. Fransız operası uzun süre Gluck’un etkisinde kaldı. 19.yy. boyunca devam eden bu etki Cherubini, Méhul, Lesueur, Spontini ve Berlioz’da görülür. Beethoven tek operası Fidelio ile bu etkiden kısmen kurtulmuş, insan sesini çalgı gibi kullanmış, eşliksiz resitatifler dışında süreli bir sahne senfonisi vermemiştir. Mozart önce İtalyan daha sonra Gluck tarzını denemiştir. Operalarının çoğu İtalyanca yazılmış olmasına rağmen özlü bir karakter taşıyor, çok şey vadediyordu. Beklenileni kısa ömrünün sonlarında verdi; bu 1791’de bestelenip oynanan Die Zauberflöte operasıydı. Mozart bu eserle Alman sanatında çağ açıyor, gerçek Alman operası başlıyordu.
Opera sanatı en büyük gelişmeyi 19.yy. da gösterdi. Yüzyılın ilk yarısında opera buffa İtalya’da Rossini ve Donizetti ile dikkate değer örnekler kazandı. Bu bestecilerin zengin melodili neşeli eserleri her tarafta büyük rağbet kazanıyor, ciddi ve romantik opera Bellini ile gelişiyordu. Rossini Fransa’da yazdığı Guillaume Tell ile İtalyan melodi zenginliğini büyük Fransız operası tekniği ile bağdaştırıp başarılı bir eser verdi. Auber, Helévy, Meyerbeer ciddi Fransız operasının, Boieldieu ve Adam komik operanın başlıca temsilcileri oldular.
Yine aynı çağlarda İtalyan opera tarihinin en büyük simalarından biri, Giuseppe Verdi dünya sahnelerini kendisine bağlamaya başladı. Büyük sanatçı melodi zenginliği ve geniş ilhamıyla birbiri arkasına eser veriyor, bunlar büyük başarı elde ediyordu. Almanya’da Weber’le başlayan romantizm Manschner ve Spohr gibi bestecilerin eserlerinde belirli kalıplara yöneliyordu.
Opera sanatı Wagner’le yeni ilklere ulaşıyordu. Yapı yönünden getirdiği yenilik “Leitmotiv”dir. Bu belirli motifler operalarındaki temel fikri açıklamaya uardım eder, bir olay veya kişiyi dinleyiciye yer yer hatırlatır. Wagner, operalarında bütün sanatları birleştirmeye çalışmış, temsillerde büyük önemi olan müzik, şiir, resim, ışık, mimari ile operaları topyekün sanat eseri halinde sunulmak istenmiştir. Bu büyük sanat politikacısı etkisini günümüze kadar uzatmış, opera sanatında yaptığı devrimler geniş yerleşme alanları bulmuşturç
19. yy.ın sonuna doğru İtalya’da edebi etkiler Verismo denilen bir okul yarattı. Büyük temsilcileri Mascagni, Leoncavallo ve Puccini’dir. Lirik dram tarzı Fransa’da Gounod, Thomas, Bizet, Delibes, Massenet, Charpentier ile güzel eserlerin doğmasını sağladı. Debussy, Pelléas et Mélisande dramı ile Wagner’e karşıt bir akımın manifestosunu veriyordu.
Yine 19.yy.da yer yer uyanan ulusal müzik okulları, mahalli renklerle işlenmiş karakteristik operaların yayılmasını sağladı. Rus operası Glinka ile doğdu. Dargomişski, Borodin ve Rimsky Korsakof’la güzel eserler kazandı. Rubinstain ve Çaykovski daha çok lirik Fransız dramları etkisinde eserler verdiler. Operada ulusal dans ve şarkılara önem verilen diğer örneklerle Çekoslovakya’da Dvorjak ve Smetana, Polonya’da Muniuşko’nun eserlerinde rastlıyoruz. Macaristan’da Dohnanyi ve Bartok memleketlerinde ulusal operanın kurucuları oldular.
20.yy.ın ilk yarısında opera sanatı türlü etkilerle oldukça karışık bir durum gösteriri. Bazılarında Wagner ve Debussy’nin karşıt özellikleri birleşmiş, bazılarında caz ve romantizm katılmıştır. Bunun nedenlerini çağımızın bestecilerinin daima yenilik yolunda yaptığı denemelerde aramak yerinde olur. Italya ve Almanya’da yeni klasizm ve yeni romantizm in halk tarafından kolay benimsenmesi Busoni, Orff, Montemezzi, Hindemith, Egk gibi bestecilerin biçim yönünden alışılmış fakat ses unsurları bakımından değşik eserler vermelerine sebep olmuştur. Yalnız Hindemith kısa operalarıyla biçim denemelerinin en parlağını yapmış, Orff, İkinci Düünya Savaşı’ndan sonra verdiği sahne oratoryaları ile bu denemelerin son zamanlarda en çok tutulan örneklerini bestelemiştir. Yüzyılın yaygın müzik müzik elemanlarından CAZ’ı Weill, Kşenek ve Gershwin kullanmışlardır. İngiltere’de Britten yine yeni romantizm’e bağlı kalmış, Amerika’da genç besteci Menotti, vatandaşı Puccini’nin paletinden yararlanarak sevilmiş halk operaları vermeye başlamıştır. İsviçre’de pek lirik iki besteci, Schöck ve Sutermeister yerli kalan bazı eserlerle tanınmışlar, Rusya’da Prokokiyef ve Şostakoviç yeni klasizm’in çerçevesi dışına çıkamamışlardır.
Yüzyılın müzikli dram sahasında ilgiyle karşılanan diğer eserlerini ONİKİ TON kurallarıyla besteleyen sanatçılar, bu arada Berg, Schöberg ve Henze vermişlerdir. Ayrıca Stravinski, bazı Fransız bestecileri, bu arada Honegger, Milhaud ve Poulenc de değişik buluşlarla sahneyi ihmal etmemişlerdir.
Günümüzde opera ikinci bir dünya savaşının sarsıntılarından diğer sanat kolları gibi yavaş yavaş kurtulmakta, uygar ülkeleri yeni binalar, sahneler süslemekte, yüzyılın genç enerjik bestecileri yorulmak bilmez çalışmalarıyla eserler vermektedirlerBale Nedir? ` sorusuna en kültürlü sayilanindan en az egitim görmüsüne dek toplumumuzda yasayan her kisinin birbirinden farkli yanitlar verecegi mutlak gibidir. Aslinda bu, o kadar zor bir soru degildir ve gerçekte `Müzik Nedir? ` sorusuna oranla bir hayli kolay cevaplandirilir. Bununla birlikte, izleyici olarak, toplum çogunlugunun dogrudan dogruya `bale olayi` ile karsi karsiya gelememesi -ki bu balenin kurumlasma sürecinin ülkemizde üç büyük kent disina tasamamasinin bir sonucudur- baleyi giz dolu bir sis perdesi arkasinda birakmistir. Baleyi her nasilsa izleyebilmis sansli (!) yurttaslarimiz için ise bale, büyüleyici bir çekicilik ifade edebilir. Ancak, çogunlugun baleyi basit anlamda dans ile esdeger tuttuguna emin olunuz. Nasil ki `opera` mutlak anlamda `sarki söyleme`nin karsiligi degilse, bale de bu anlamda dansin karsiligi degildir.
`Bale`yi tanimlamazdan önce, kafamizda bir gösteriyi hayali olarak canlandirmak herhalde iyi bir yöntem olacaktir. `The Sleeping Beauty` (Uyuyan Güzel) `i izlemek üzere koltugunuzda oturuyor ve perdenin açilmasini bekliyorsunuz. Derken salon isiklari loslasiyor ve orkestra `açimlik`i (uvertür) çalmaya basliyor... ve sonra, birden bire perde kalkiyor ve gözleriniz güzel kostümler giyinmis dansçilarin görkemli gösterisiyle karsilasiyor. Gösterisli sahne dekoru muhtesem bir sarayin içini yansitiyor... Alti peri, sirali eslikçileri ile degisimli, dans etmekte... Eserin ruhsal yapisi, `Carabosse`un (kötü ruhlu peri) beklenmedik ortaya çikisiyla aniden degisiyor ve müzik ürpertici bir kabarisla hizlaniyor.
Beklenmedik ve gerilim dolu, heyecan verici bu sahne, `Uyuyan Güzel`in `prolog`u (baslangici) içinde öylesine erken gelir ki, etkileyici gücü son derece fazladir. Koreograf (düzenleyici) Marius Petipa ve Çaykovski`nin bu büyük klasik balesinin buraya kadar olan kismi bize, tanimlamamiz için tüm olusumlari saglar. Her seyden önce müzik dikkatimizi çeker, bunu sahane kostümler ve sahne izler ki buna `dekor` adini veriyoruz. Sahnedeki balet ve balerinlerin dansi olayin en etkileyici yönüdür. Böylece dans yolu ile `bale`nin drama`si` (öyküsü) sergilenir.

Bunun için, daha önce de belirttigim gibi, bale dans ile ayni sey demek degildir. `Dans-drama-müzik-dekor` `bale`yi olusturur. Her ne kadar bir kisim koreograflar son yillarda `George Balanchine` örnegini izlemektelerse de -yalnizca dekoratif dekor olmaksizin yapilan uygulama ki bunda dansçilar basit leotardlar giymislerdir ve sahne açik bir siklorama halindedir veya kumaslarla kaplidir- tüm büyük baleler hemen hemen esit partlar halinde bu bilesenlerden olusur.
`Balanchine` ve daha bir çok koreograf -örnegin Hollandali `Hans van Manen` ve Amerikali `Jerome Robbins`- bale`de dansin diger unsurlara oranla daha üstün ve seçkin olduguna inanirlar. Dekor, mim veya bir öyküyü ya da konuyu ifade edecek karakterlerin ortaya çikarilmasi onlarin deger biçim listelerinde pek baslarda gelmez. Ne var ki Balanchine dansçilarini, özellikle kadin dansçilari kendilerine eslik eden müzigin realizasyonu (kavranmasi) yolu ile zarif vücut hareketleri elde edilebilen alici araçlar haline getirmek için özellikle çabalar harcayan bir koreograftir. Balanchine`e göre, müzik ve dans arasindaki baglanti kesilemez; bu ikisi ayri düsünülemez. O, müzikal çizgiyi (partituru) vücut hareketleri ile yorumlamaya kalkismamis ya da bunu çok az denemistir; vücut hareketlerini daha çok itici (devindirici) güç olarak kullanmistir.
Öte yandan Rus koreograf Michel Fokine, özellikle bu tür çalismalarin ortaya kondugu Petipa`nin Rusya`daki egemenliginin son yillarinda, baleyi olusturan bilesenlerin kötü kullanildigini düsündü. Bu tür yorumlarda bütün temel bilesenler vardi; ancak göz önüne alinmasi gereken bir ekstra faktör daha mevcuttu ki bu da klasik balerin (classical ballerina) idi. Öyle ki O, bale`nin doruk noktasiydi ve koreografi `klasik balerin`i en üstün ve görkemli, parlak bir konumda göstermek amacindaydi. Oyunun geri kalan bireysel unsurlarinin karakterizasyonu bu amaçla adeta lüzumsuz sayilmisti. Çok önemli bir faktör olan drama, yani öykü, bu nedenle sonuçta zarar gördü.
Böylece Fokine kuramini, sahne üzerindeki her dansçinin tüm sahne kompozisyonuna istirak etmesi ve yardimci olmasi üzerine kurdu. Bu kuramin bes önemli ilkesi sunlardi:
1. Salt hazir-yapim adimlarin bir kombinasyonunu vermek veya `divertisman`larda sik sik görüldügü gibi, güya ulusal karakteri yansitan tasarimlar (dizaynlar) yerine hareketin her durumda yeni bir formunu yaratmak gereklidir. Bu ise yalnizca periyoda ve müzigin karakterine degil, ayni zamanda konuya ve temsil edilen ülkeye de uygun olmalidir.
2. Dans ve mim, dramatik aksiyonun bir ifade unsuru olarak görev almazsa balede hiç bir anlamlari olmayacaktir ve bale`nin asil konusuyla baglantili olmazlarsa da divertismanlarda da pek o kadar islev kazanamayacaklardir.
3. Geleneksel jestler ve el hareketleri, yalnizca bale stiline gerekli oldugunda kullanilmalidir, diger tüm durumlarda vücudun bütününün hareketleri ile yer degistirmelidirler. Baska bir deyisle, bir dansçi bastan ayaga ifade dolu olmalidir.
4. `Corps de Ballet`de oldugu gibi, bir dansçilar grubu tam olarak katkisiz bir eslik biçimini almamalidir. Bale`nin tümünün parçasi biçiminde olabilmeli; çarpici bir sekilde, oyun içinde bas dansçilar kadar önem tasimalidir.
5. Koreografi, sahne tasariminin veya müzigin kölesi olmamali; ancak bu sanatlarin toplamdaki esitligini tanimalidir. Böylece onlarin yaratici güçlerine tümüyle özgürlük verilebilir.
Fokine, tüm bu ilkelerine pek kati bir sekilde bagliydi. Kendi balelerinde apaçik belli solo çalismalar disinda, hiç bir zaman doktrininin esaslarina ihanet etmedi. Bugün, balenin evrim geçiren bir sanat dali olmasi nedeniyle, besinci madde biraz geçersiz kalmaktadir. Hele modern dansta olagelen büyük degismeleri düsündügümüzde; örnegin simdilerde yalnizca müzik, sahne dekorlari ve kostümlerden (bu çiplak olarak uygulandi) uzakta degil, ayni zamanda dansin da var olmadigi bir `dans` çalismasini görmek öyle pek olaganüstü degildir artik... Elbette bu kavram olarak tam anlami ile `bale` degildir. Ancak bu tür uygulamalar günümüzün modern dans sahnesi çevresinde yer almaktadir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder