23 Eylül 2011 Cuma

Materyalizm ve İdealizm arasındaki ilişki nedir?

Yunanlılardan ta bugüne kadar tüm felsefe tarihi iki zıt düşünce okulu arasındaki bir mücadeleden ibarettir: materyalizm ve idealizm. Burada, felsefede kullanılan kavramların gündelik dilden nasıl temelli biçimde farklılaştığının mükemmel bir örneği ile karşılaşıyoruz.

Birisini “idealist” olarak andığımızda normalde aklımızda yüksek idealleri ve kusursuz ahlâkı olan bir insan vardır. Materyalist ise tersine, yiyeceğe ve diğer şeylere karşı azgın bir iştah duyan, ilkesiz, para düşkünü, bencil bir birey olarak –kısacası tamamen sevimsiz bir karakter olarak– görülür.

Bunun felsefi materyalizm ve idealizmle hiç ilgisi yoktur. Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz kaba maddi şeyler, bu okula göre, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Gelgelelim, idealizmi o icat etmedi, onun bir evveliyatı vardı.

Pisagorcular her şeyin özünün Sayı olduğuna inanıyorlardı (bazı modern matematikçiler tarafından alenen paylaşılan bir görüş). Pisagorcular genelde maddi dünyaya, özelde de, ruhu esir eden bir hapishane olarak gördükleri insan bedenine karşı bir horgörü beslediler. Bu, çarpıcı biçimde ortaçağın keşişlerinin dünyaya bakışını hatırlatıyor. Gerçekte Kilisenin, düşüncelerinin birçoğunu Pisagorculardan, Platonculardan ve yeni-Platonculardan almış olması pek muhtemeldir. Bu şaşırtıcı değil. Tüm dinler zorunlu olarak idealist bir dünya görüşünden hareket ederler. Fark şuradadır ki, din duygulara hitap eder ve dünyanın mistik, sezgisel bir tasarımını (“Vahiy”) sunduğunu iddia ederken, idealist filozofların çoğu kendi teorileri için mantıksal argümanlar sunmaya çalışırlar.

Ama dibine inildiğinde, idealizmin tüm biçimlerinin kökleri dinsel ve mistiktir. “Kaba maddi dünyayı” hor görme ve “İdeali” yüceltme, doğrudan doğruya, az önce din bakımından üzerinde durduğumuz olgulardan doğar. Platoncu idealizmin, köleci sistemin doruğuna ulaştığı dönemde Atina’da gelişmiş olması bir tesadüf değildir. O günlerde el emeği, kelimenin tam anlamıyla köleliğin damgası olarak görülüyordu. Takdire layık tek emek zihinsel emekti. Esasen felsefi idealizm, yazılı tarihin şafağından günümüze kadar süregelen kafa ve kol emeğinin aşırı bölünmesinin bir ürünüdür.

Ne var ki, Batı felsefesi tarihi idealizmle değil, tam aksini ileri süren materyalizmle başlar: bildiğimiz ve bilimle keşfettiğimiz maddi dünya gerçektir; tek gerçek dünya maddi olandır; düşünceler, fikirler ve duyular belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin (bir sinir sistemi ve bir beyin) ürünüdürler; düşünce kendi kategorilerini kendi içinden değil, kendisini bize duyularımız aracılığıyla bildiren nesnel dünyadan çıkarır.

En eski Yunan filozofları “hilozoistler” olarak (Yunancadan, “maddenin canlı olduğuna inananlar” anlamında) biliniyorlardı. Burada, düşüncenin gelişimine öncülük eden uzun bir kahramanlar dizisi ile karşı karşıyayız. Yunanlılar Kolomb’dan çok önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfettiler. Darwin’den çok önce insanların balıklardan evrildiğini açıkladılar. Matematikte, özellikle geometride, bin beş yüz yıl boyunca üzerine önemli bir şey konulmayan olağanüstü buluşlar yaptılar. Mekaniği icat ettiler ve hatta bir buhar makinesi yaptılar. Dünyaya bu bakış tarzında şaşırtıcı biçimde yeni olan şey, onun dinsel olmayışıydı. Çok şey öğrendikleri Mısırlılar ve Babillilerin tam tersine Yunanlı düşünürler, doğa olaylarını açıklamak için tanrılara ve tanrıçalara başvurmadılar. Erkekler ve kadınlar ilk kez doğanın işlemlerini salt doğanın terimleriyle açıklamaya çalışıyorlardı. Bu insan düşüncesinin tarihinde en büyük dönüm noktalarından biriydi. Gerçek bilimin başladığı yer burasıdır.

Antik filozofların en büyüğü olan Aristoteles, eski hilozoistler kadar tutarlı olmamasına rağmen, bir materyalist olarak görülebilir. Yunan biliminin İskenderiye dönemindeki büyük başarılarının temelini döşeyen bir dizi önemli bilimsel keşif yapmıştır.

Antik toplumun çöküşünden sonraki Ortaçağ, bilimsel düşünceyi yüzyıllar boyunca cansızlaştıran bir çöldü. Hiç de tesadüf olmayan bir biçimde bu dönem Kilisenin hakim olduğu bir dönemdi. İdealizm, ya Platon’un bir karikatürü ya da Aristoteles’in en kötü tahrifatı biçiminde, izin verilen yegâne felsefeydi.

Rönesans döneminde muzafferane biçimde yeniden dirilen bilim, dinin etkisine karşı (sırası gelmişken, sadece Katolikliğe karşı değil, Protestanlığa karşı da) sert bir savaş vermek zorunda kaldı. Birçok şehit, bilim özgürlüğünün bedelini kendi yaşamlarıyla ödedi. Giordano Bruno ateşte yakıldı. Galileo iki kez Engizisyon önünde mahkemeye çıkarıldı ve işkence tehdidi altında görüşlerinden vazgeçmeye çağrıldı.

Rönesansın başat felsefi akımı materyalizmdi. İngiltere’de bu, ampirizm (tüm bilginin duyulardan kaynaklandığını savunan düşünce okulu) biçimini aldı.* Bu okulun öncüleri Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) idi. Materyalist okul, İngiltere’den, devrimci bir içerik kazandığı Fransa’ya geçti. Diderot, Rousseau, Holbach ve Helvetius’un ellerinde felsefe tüm mevcut toplumu eleştirmenin bir aracı haline geldi. Bu büyük düşünürler 1789-1793’te feodal monarşinin devrimci yıkılışının yolunu hazırladılar.

Yeni felsefi görüşler deney ve gözlemi teşvik ederek bilimin gelişimini hızlandırdılar. 18. yüzyıl bilimde büyük bir atılıma tanık oldu, özellikle mekanikte. Ama bu olgunun olumlu olduğu kadar olumsuz bir yanı da vardı. Eski 18. yüzyıl materyalizmi, bilimin bizatihi sınırlı gelişimini yansıtırcasına dar ve katıydı. Newton, ampirizmin sınırlarını ünlü “hiçbir hipotezim yok” sözüyle ifade etmişti. Bu tek yanlı mekanik bakış açısının, nihayetinde eski materyalizm için ölümcül olduğu ortaya çıktı. Paradoksal olarak, felsefede 1700’den sonraki büyük ilerlemeler idealist filozoflar tarafından kaydedilmiştir.

Fransız devriminin etkisiyle Alman idealisti Immanuel Kant (1724-1804) önceki tüm felsefeyi topyekûn bir eleştiriden geçirdi. Kant sadece felsefe ve mantıkta değil bilimde de önemli keşifler yaptı. Onun güneş sisteminin kökenlerine ilişkin Bulutsu [nebula] hipotezi (daha sonra Laplace tarafından matematiksel bir temele kavuşturuldu) şu anda genel olarak doğru kabul edilmektedir. Felsefe alanında, Kant’ın başyapıtı Saf Aklın Eleştirisi, Aristoteles tarafından ilk geliştirildiği günden bu yana gerçekte değişmeden kalmış olan mantık biçimlerini analiz eden ilk çalışmaydı. Kant felsefenin en temel kabullerinin çoğunda örtük olarak varolan çelişkileri gösterdi. Gelgelelim bu çelişkileri (“çatışkıları”) çözmeyi beceremedi, ve sonunda dünyanın gerçek bilgisinin olanaksız olduğu sonucunu çıkardı. Görünüşleri bilmek mümkünse de, şeylerin “kendinde” nasıl olduklarını bilmemiz asla mümkün değildir.

Bu fikir yeni değildir. Felsefe tarihinde defalarca tekrarlanmış ve genel olarak öznel idealizm dediğimiz isimle adlandırılmıştır. Aynı fikir Kant’tan önce İrlan­da­lı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temel argüman şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, varolduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın varolduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın varolduğunu hiçbir surette söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya varolmaktan çıkar. Nihayetinde bu solipsizme (Latinceden, “solo ipsus” –“tek ben”), yani sadece ben varım düşüncesine varır.

Bu fikirler bize saçma görünebilir, ama bunlar tuhaf biçimde kalıcı olmuşlardır. Öznel idealizmin önyargıları, şu ya da bu biçimde, sadece felsefeye sızmakla kalmamış, 20. yüzyılın büyük bir bölümü için bilime de sızmıştır. İleride bu eğilimle daha özel olarak uğraşacağız.

En büyük atılım 19. yüzyılın ilk onyıllarında George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) ile geldi. Hegel yapıtlarında bütün felsefe tarihini etkili biçimde özetleyen, yüksek zekâya sahip bir Alman idealistiydi.

Hegel, Kant’ın “Çatışkılarının” üstesinden gelmenin tek yolunun, çelişkilerin sadece düşüncede değil, gerçek dünyada, fiilen varolduğunu kabul etmek olduğunu gösterdi. Bir nesnel idealist olarak Hegel’in, insan aklının gerçek dünyayı bilemeyeceğine dair öznel idealist argümana tahammülü yoktu. Düşünce biçimlerinin nesnel dünyayı mümkün olduğu ölçüde yakından yansıtması gerekir. Bilgi süreci, soyuttan somuta, bilinenden bilinmeyene, özelden evrensele doğru ilerleyerek, bu gerçekliğe gitgide daha derinlemesine girmekten ibarettir.

Antik dönemde, özellikle Herakleitos’un (İ.Ö. 500) naif, fakat parlak özdeyişlerinde, ama aynı zamanda Aristoteles’te ve diğerlerinde de büyük bir rol oynayan diyalektik düşünme yöntemi, kilisenin Aristoteles’in biçimsel mantığını cansız ve katı bir dogmaya çevirdiği Ortaçağda terk edildi ve Kant’ın ona itibarını iade etmesine kadar tekrar görünmedi. Ne var ki diyalektik Kant’ta yeterli bir gelişme göstermedi. Diyalektik düşünme bilimini en yüksek gelişme noktasına çıkarmak Hegel’e düştü.

Hakim mekanizm felsefesine tek başına kafa tutması olgusu Hegel’in büyüklüğünü göstermeye yeter. Yalıtık olaylarla değil süreçlerle uğraşan Hegel’in diyalektik felsefesi, şeyleri ölü olarak değil canlı olarak, yalıtık değil karşılıklı etkileri içinde ele alır. Bu felsefe, dünyaya bakmanın şaşırtıcı ölçüde modern ve bilimsel bir yoludur. Gerçekten Hegel birçok bakımdan zamanının çok ötesindeydi. Yine de, birçok parlak sezgilerine rağmen, Hegel’in felsefesi nihai ölçüde tatmin edici değildi. Başlıca kusuru, Hegel’in kesin biçimde idealist olan bakış açısıydı, bu da onu diyalektik düşünme yöntemini gerçek dünyaya bilimsel bir biçimde tutarlılıkla uygulamaktan alıkoyuyordu. Maddi dünya yerine, gerçek şeylerin, süreçlerin ve insanların maddi olmayan gölgelerle yer değiştirdiği Mutlak İdea’nın dünyası söz konusuydu. Friedrich Engels’in sözleriyle, Hegel diyalektiği tüm felsefe tarihinde boşa çıkan en büyük beklentiydi. Burada doğru fikirler başaşağı duruyordu. Diyalektiği sağlam bir temele oturtmak için, Hegel’i başaşağı çevirmek, idealist diyalektiği diyalektik materyalizme dönüştürmek gerekir. Bu Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in büyük başarısıdır. İncelememiz, onlar tarafından geliştirilen materyalist diyalek­tiğin temel yasalarının kısa bir dökümüyle başlamaktadır

Benzer Yazılar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder