17 Eylül 2011 Cumartesi

Hoşgörü nedir -Hoşgörünün birey ve toplum açısından Önemi - Hoşgörülü olmanın Yararları

Hoşgörü, insanın kendisine yada başka türlü yapılan hataları bir müddet görmezden gelmesidir. Bu görmezden gelme durumu sadece hoşgörü olduğu için gerçekleşmez fiziksel olarak zayıf olduğunuz bir insana hoşgörü değilde korktuğumuzdandan tepki gösterilmeyebiliriz. Yada yapılan hata sürekli tekrarlanır ve hala taviz veriyorsak buda hoşgörü sayılmaz.
Hosgörü önemlidir, gereklidir, az bulunur çabuk tüketilir. yorucudur, ekinini çabuk vermez ya ondan tercih edilmeyendir.
Hoşgörü kibirdir ayni zamanda. ama hoşgörülü insan kibirinin farkinda degildir; farkina vardiginda da artik hoşgörülü degildir.
Bu durumda hoşgörü, ortaya çıkan durumu, farklı açıdan değerlendirip, haklı ve güzel taraflarını ön plana çıkararak olumlu sayabilmek, doğru ve güzel bulabilmek, bunun da "hoş" olabileceğini kabullenebilmektir.
Hoşgörülü insan toplumda sevilen insandır yada sevilmeye çalışılan insandır. Kendinden taviz vermek, alıngan olmamak, olaylara iyi yönden bakmak ve bencil olmamak bizi hoşgörülü insan yapabilir. Peki bu durumda insan kendini sevebilirmi? Bu sorunun yanıtı kişiden kişiye değişebilir ama şu gerçektir ki hoşgörününde sınırı vardır. Toplum tarafında sevilen insan olmak kendinden fazla taviz vermek değildir, yeri geldiğinde olaylara doğru müdehale etmek ve yanlışları düzeltmeye çalışmak hoşgörüden daha önemli bir erdemdir.


Türkçe’de hoşgörü diye telaffuz edilen kavram, Fransızca ve İngilizce gibi batı dillerindeki tolerance sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır. Kelime, Latince’deki tolerare fiilinden türetilmiş olup, bu fiil dayanmak, katlanmak, hazmetmek, tahammül etmek ve devam ettirmek gibi anlamlara gelmektedir.
Daha önce araştırılmışı araştırmak, incelenmişi incelemek, sorgulanmışı sorgulamak ne kadar kolaysa, bu işi, düşünülmüşü düşünmeden, söylenmişi söylemeden, yazılmışı yazmadan yapmak da o denli zor. Ama eğer konu hoşgörü ise, onun üzerinde daha fazla düşünmek, daha fazla söylemek, daha fazla yazmak, daha fazla tartışmak, başka hiçbir konuda olmadığı kadar gerekli. İşte bu gereklilik, bilinenlerin olası tekrarlarını, hoş görülür kılar umarım.

Çoğumuz yaşamımızın pek çok alanında “hoşgörü” kavramını duyarız. Hoşgörülü aile, hoşgörülü çocuk, hoşgörülü arkadaş, hoşgörülü yönetici, hoşgörülü öğretmen hepimizin çevremizde görmek istediği ve günlük yaşamımızda karşılaşmak istediğimiz kişiler arsında yer alır.

Öyleyse Hoşgörü nedir? Hoşgörülü insan nasıl olmalıdır? Bizler çevremizdeki insanlara ve canlılara karşı nasıl hoşgörülü olabiliriz? Bu sorular üzerinde durmak istiyorum.

Hoşgörünün varlığından söz edilebilmesi için hoş görenin, hoş gördüğü şeyi bastırmaya ya da engellemeye ( en azından karşı çıkmaya ve önlemeye ) çalışacak güce sahip olması ama o gücü kullanmamayı yeğliyor olması da kesinlikle gereklidir. Siz şu satırları okuduğunuz sırada dünyanın dört bir yanında savaşlar sürüyor, İnsanlar ölüyor, sakat kalıyor, evinden yurdundan çıkmak zorunda bırakılıyor. Yağmur ve kar altında yüzlerce kilometreyi katedip, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla mücadele ediyorlar. Fakat bu zulmü yapan insanlar vicdan rahatlığı içerisinde hayatlarını sürdürmektedirler.

Hoşgörü diğer bir ifadeyle müsamaha, insanlara sevgi ve anlayışla yaklaşmak, kalp ve gönüllerini incitmeden, onları severek ve saygı duyarak yakınlık göstermek gibi anlamları içerir. Ayrıca, öfkelenebilecekken öfkelenmeme, kızacakken kızmama, güçlük çıkarabilecekken çıkarmama gibi olumlu davranışları da içermektedir.

Hoşgörü, sağlıklı insan davranıştır. Bugün her zamankinden daha fazla hoşgörüye ihtiyacımız olduğu aşikardır. Olumsuz birçok davranışın sebebi, yeterince hoşgörülü olamamaktır. Evde, trafikte, okulda, işyerinde, kısaca insanın olduğu her yerde eğer hoşgörü yoksa orada bencillik, anlaşmazlık, güvensizlik, tartışma, kavga ve olumsuzluk adına her şeyi görebilmek mümkündür.

Eğitimli ya da eğitimsiz her insanda görülebilen bir eksikliktir, hoşgörüsüzlük. Peki bunun sebebi nedir? Neden tarih boyunca Yüce Milletimizin hasletlerinden olmuş bir davranışı, bugün yeterince gösteremiyoruz.Bunun birçok sebebi olabilir.Bunlardan kanaatimizce en önemlisi: insanın kendisi ile barışık olamamasıdır. İnsanımız kendisine güvenmiyor, inanmıyor. Kendisini yeterince tanımıyor. En önemlisi kendisini sevmiyor, saygı duymuyor. Eğer insanın kendisine sevgi ve saygısı kalmamışsa, kendisi ile barışık olması da mümkün değildir.

Düşünün en son ne zaman aynaya bakıp, kendinize gülümsediniz. Bu sabah kaç kişiye merhaba, günaydın ya da hayırlı sabahlar dediniz. Yoksa her gördüğünüz, tanıdığınız kişi için bu işte böyle biridir diye olumsuz mu düşündünüz? Ayıbını mı aradınız? Bu sabah trafikte içinizden kaç kişiye bir şeyler mırıldandınız. Kaç defa yardıma ihtiyacı olan insanları gördüğünüzde başınızı çevirdiniz. Okulda, sınıfta, sırada kaç kişiye kötü davrandınız. Arkadaşlarınızı, bencilliğinizden dolayı üzdünüz. Yönetici iseniz, idarenizdeki kaç insanı dinlemediğiniz için kırdınız. Yoksa siz sadece kendinizi mi düşünüyorsunuz?

Hoşgörü bir vurdumduymazlık değildir. Hoşgörü görmezlikten gelmek hiç değildir. Hoşgörü kendini bilmektir. Hoşgörü haddini bilmektir. Hoşgörü haddini bilerek sürdürülen hayat biçimidir. Hoşgörü bir anlayıştır, anlayışlı olmanın adıdır, sevginin yoludur. Hataları düzeltebilmedir. Yoksa bana ne lazımcılık değildir. Anlayışın kendisidir. Hoşgörü çağın getirdiği sorunların, aç gözlülüğün, doyumsuzluğun, sevgi yoksunluğunun, güvensizliğin çaresi olabilecek bir anlayış tarzıdır, insanın özüdür.

Görülen odur ki bugün insanımız kendisi ile barışık değil. Her gün, haberlere baktığınızda olayların bir çoğunun hoşgörüsüzlükten kaynaklanıp kaynaklanmadığını bir düşünün… İnsan kendisi ile barışık olamadığı zaman, toplumda kendisi barışık olamıyor. Sonra da herkes bir başkasını suçluyor. Çünkü en kolayı bu.

Hz. Mevlana: “Ben insanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim. Sen de onlara benim gibi iyi gözle bak.” Diyor ve ekliyor.

“Bakın! Toplumsal bunalımların, kavga ve dövüş ortamının tek ve en güçlü doğuş sebebi sevgi eksikliğidir. Bunun en doğru tedavi yolu ise sevgiyi aramak, yaşamak, uygulamaktır. Hoşgörülü olursanız seversiniz. Sevilirsiniz. Kara verirseniz ve de bu yolda çalışırsanız her şeye ulaşırsınız!”

Hoşgörü ustası Hz. Mevlana gibi Yunus Emre, Bektaş-ı Veli, Karaca Sultan da insanları hoşgörüye davet etmişler ve yaşadıkları dönemde Anadolu’yu bir hoşgörü cennetine çevirmişlerdi. Ama bugün aynı Anadolu’da hoşgörü yerine daha çok hoşgörüsüzlük almış başını gidiyor.

Toplumda hoşgörüye dönüşün, hoşgörüyü davranışa dönüştürmenin yolu, hoşgörünün yayılması, insanın sevgiyi yaşamasına, kendisine saygı duymasına, kendisi ile barışık olmasına bağlıdır. Hoşgörünün bir hayat biçimine dönüştürülmesi gereklidir. Bunun için de Hz. Mevlana ve diğer hoşgörü ustalarının peşinden daha fazla gitmek, onları daha fazla anlamaya çalışmak gereklidir.

Hoşgörülü olma sevgi ve şefkatin gereğidir. Seven ve acıma duygusuna sahip olan insanlar, çevrelerindeki insanları üzmezler.

İnsanlar arası ilişkide hoşgörü yaşamı kolaylaştırır ve daha yaşanabilir hale getirir. Bazen güzel bir söz, gülen bir yüz, bazen anlamlı bir nükte, bazen bir olumsuzluğa karşı yerinde bir anlayış, insanları rahatlatıcı, stres ve sıkıntılarını giderici anlamlar taşır. Böylece hayat herkes için yaşanabilir hale gelir.


Birleşmiş Milletler, 1995 yılını "Hoşgörü Yılı" olarak ilan etti. UNESCO buradan yola çıkarak 16 Kasım 1995 tarihinde "Hoşgörünün İlkeleri Bildirgesi"ni yayınladı, bildirgenin 1. maddesinde hoşgörünün anlamı vurgulanıyor. Önemi nedeniyle bu maddeyi aynen alıyorum:

"1.1. Hoşgörü, dünyamızdaki kültürlerin zengin çeşitliliğini, ifade biçimlerini ve insan olmanın yollarını kabul etmek, bunlara saygı göstermek bunların değerini bilmektir. Hoşgörü, bilgiyle, açıklıkla, iletişimle ve düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğüyle beslenir. Hoşgörü çeşitlilik içindeki uyumdur. Hoşgörü, yalnızca ahlaki bir görev değil, aynı zamanda siyasi ve hukuki bir gerekliliktir. Barışı olanaklı kılan erdem, yani hoşgörü, barış kültürünün savaş kültürüyle yer değiştirmesine katkıda bulunur.

1.2. Hoşgörü, kabullenme, lütfetme veya göz yumma değildir. Hoşgörü, hepsinin üzerinde, başkalarının evrensel insan haklarının ve temel özgürlüklerinin tanınmasıyla teşvik edilen etken bir tavırdır. Hoşgörü hiçbir koşulda, bu evrensel değerlerin ihlal edilmesini meşrulaştırmak için kullanılamaz. Hoşgörü, bireyler, gruplar ve Devletler tarafından uygulanır.

1.3.Hoşgörü, insan haklarını, çoğulculuğu (kültürel çoğulculuğu da içine alan), demokrasiyi ve hukuk devletini destekleyen sorumluluktur. Hoşgörü, dogmatizmi ve mutlakçılığı reddetmeyi içerir ve uluslararası insan hakları mevzuatına yerleştirilmiş standartları onaylar.

1.4.İnsan haklarına saygıyla tutarlı olarak, hoşgörü uygulaması, toplumsal adaletsizliğin hoş görülmesi veya inançların terk edilmesi veya zayıflatılması anlamına gelmez. Hoşgörü, kişinin kendi inançlarına bağlı olmakta özgür olması ve başkalarının da kendilerine ait inançlara bağlı olduğunu kabul etmesi demektir. Hoşgörü, görünüşü, durumu, konuşması, davranışı ve değerleri doğal olarak farklı olan insanların barış içinde ve oldukları gibi yaşama hakkına sahip oldukları gerçeğini kabul etmek demektir. Hoşgörü, aynı zamanda, birisinin görüşlerinin zorla başkalarına kabul ettirilmemesi demektir."


Yaşadığımız toplumu güzelleştirmek ve daha mutlu hale getirebilmek bizlerin gücü dahilinde olan şeylerdir. Buna en yakın çevremizden başlayabiliriz. Anne – Baba çocuğuna, çocuk anne babasına, öğretmen öğrencisine, öğrenci öğretmenine, dede ve nineler küçüklerine, küçükler dede ve ninelerine ve hatta yakınlarımızda bulunan canlılara kadar bunu indirgeyebiliriz. Kısaca hoşgörülü olma, hepimizin yaşamında yer alan bir davranış biçimi olmalıdır.

Kulağa hoş gelen, gönüllere rahatlık veren, iyi bir duygu ve tavır olduğunda hemen herkesin birleştiği bir kavram "hoşgörü". Ne var ki, sıra uygulamaya geldiğinde toplumumuzda hoşgörülü davrananların sayısı oldukça azalmış gözüküyor. Okumuş, yazmış, önemli makamlara gelmiş kimselerin, kendi inanç, düşünce ve değerlerine taassupla bağlandıkları, başkalarına neredeyse insanlıktan pay, hayattan nasip tanımadıkları görünüyor. Kendilerini ileri, aydın, çağdaş sayanlar, yetmiş iki millete bir göz ile baktıklarını etrafa yayanlar, farklı inanan, düşünen ve yaşayanlara tahammül edemiyor, demokrasi ve insan haklarının bunlar için geçerli olmadığını ya düşünüyor yahut da açıkça ifade ediyorlar.
Biz millet olarak öteden beri böyle olsaydık "neden değişmiyor, iyileşmiyoruz?" diye sorardık. Halbuki gerçek böyle olmadığı için "neden değiştik, kötüleştik?" diye sormamız gerekiyor. Böyle bir değişmenin elbette birden fazla sebebi vardır, ancak burada üç sebep üzerinde durmak istiyoruz: Bilgisizlik, eğitimsizlik ve tahrik.


Farklı inanç, düşünce ve davranış gurupları birbiri hakkında, doğrunun yanında eksik ve yanlış bilgilere sahip bulunuyor, ayrıca lafızları aynı, mânâları her birine göre farklı kelimeleri kullanarak tartışırken, birbirlerini itham ederken "durup bir anlamaya" yönelmiyorlar. Gönüller, kafalar kırıldıktan, millî servet heba edildikten sonra "ben şöyle anlamıştım, ruhu kastetmiştim" demeye başlıyorlar.
Hoşgörü yalnızca bir bilgi meselesi değildir, aynı zamanda bir eğitim konusudur, eğitimle kazanılacak bir yaklaşım biçimidir. Bizim eğitim sistemimizde hoşgörüyü de ihtiva eden kendi değerlerimizden yola çıkarak evrensel değerlere ulaşan bir ahlak terbiyesinden söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. Telkin edilen, sınıflar, nesiller, tabakalar, bölgeler... arası çatışmadır, çelişmedir, mutluluğu maddede arama, gerekli maddeye, meşrûiyyet sınırı tanımadan en kısa yoldan ulaşmadır.
Bu milletin birliğini, beraberliğini, güçlenmesini, kalkınmasını çekemeyenler, kendi menfaatlerine aykırı görenler, tabii sınırlarında kalması, hoşgörü ile karşılanması gereken farklılık ve ihtilafları tahrik ediyor, büyütüyor, çarpıtıyor, bilgi ve eğitim eksikliğinden de yararlanarak bölücülüğe vesile kılıyorlar.
Eğer bu teşhiste ve sebep-sonuç ilişkisinde mutabık isek ülkesini ve milletini seven insanlara düşen vazife, hoşgörüsüzlüğün sebeplerini ortadan kaldırmak için harekete geçmek, genel bir ahlak eğitimi için seferberlik ilan etmektir.

İster kişisel ister toplumsal ölçekte olsun, ilişkiler dokusunu “hoşgörü” kadar olumlu etkileyen bir başka sihirli kavram herhalde yoktur. Hepimizi tek tek ya da toplu olarak rahatsız eden irili ufaklı davranışların üzerine bu “hoşgörü” örtüsünü örttüğümüzde yaşam daha kolay, daha anlamlı olmaz mı? Tabii ki olur. Pekiyi o halde niçin birbirimize karşı hoşgörülü olmada niçin bu denli cimriyiz?

Kulakları sağır olduğu için komşuda çalınan metal müziğini duymayan kişinin “hoşgörüsü”nden söz edilemeyeceği gibi, ayağına basan kişinin profesyonel bir boksör olduğunu anlayan bir kişinin aldırmazlığı da, yine “hoşgörü” değildir.

Doğru'nun tek olmayabileceğini, tek olduğu hallerde bile ortak yaşamın ancak uzlaşmayla mümkün olabildiğini ve bu nedenle de “ortak doğrular”ın “bireysel doğrular” dan daha öncelikli sayılmak gerektiğini anlamış kişilerin tutumuna “hoşgörü” denilebilir. Ve bu tür bir anlayışa dayalı “hoşgörü”, tahammül ederek değil severek, isteyerek benimsenen bir tutumdur.

Sık sık duyduğumuz, “karşı fikirlere de tahammül etmeliyiz” sözleri dahi, hoşgörünün dayanması gereken anlayışı değil, her an patlamaya hazır bir tepkiyi anlatmaktadır. Hoşgörü, tahammül değildir.

Sürekli olarak hoşgörülü olmayı nasihat etmek yerine niçin hoşgörülü olamadığımızı sorgulayan bir anlayışa ihtiyacımız var.

Artık, kendi anlayışlarımıza göre iyi vatandaş yetiştirmeye çalışmaktan vazgeçip, doğru soruları sormaya çalışan insanlar yetiştirmeye çabalamalıyız. 2000'li yılların Türkiye'sini ancak doğru sorular sormasını bilenler kurabileceklerdir.

Tarihe baktığımızda da hoşgörüye örnekler görebiliyoruz.

Osmanlı Devleti’nde değişik kültürlere mahsus pek çok etnik topluluk mevcuttu. Bunlar Türkler, Boşnaklar, Arnavutlar, Hicazlılar, Kazaklar, Libyalılar, Tunuslular,……vb. idi. Osmanlılar, bu kavimleri uzun bir dönem adaletli ve hoşgörülü bir şekilde yönetmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nde Hristiyan ve Yahudi toplulukları, Müslümanlar gibi “hür” tebaa’dan sayılırdı. Müslüman olmasalar bile esir edilemezler ve köle olarak kullanılamazlar idi. Bunlara ait kilise ve havralar devlet tarafından gözetilirdi.

Hristiyan ve Yahudi tebaa, mal ve mülk sahibi olabilirdi. Devletin miri toprak üzerinde Müslümanlara tanıdığı haklardan bu kavimler de yararlanmaktaydı. Cemaatlerin kendi din ve geleneklerine göre oluşturdukları kurallar, devletin kadıları tarafından kanun olarak telakki edilirdi. Ayrıca bu topluluklar kendi aralarında esnaf birlikleri oluşturmak suretiyle ticaret yapabilirdi.

Osmanlı Devleti, idaresi altındaki toplulukları yönetmede büyük bir başarı göstermişti. Bu başarıda Osmanlıların diğer Türk devletlerinin tecrübelerinden yararlanmaları, halka karşı adaletli ve hoşgörülü davranmaları etkili olmuştur.

Dolayısıyla dünya barışı ve insanlığın mutluluğunu sağlamak için hepimizin sağlıklı iletişim, diyalog, hoşgörü ve birbirimizi anlamaya gerekli önemi vermemiz gerekmektedir.

Hoşgörülü olmayan toplumlar hep aynı noktada kalmaya devam edeceklerdir. Farklılıklarınızı Kabul etmeden bir metre bile ileri gitmek mümkün değildir. Çünkü bu farklılıklar sizi oyalayacaktır. Oyalayan farklılıklar hep engel olacaktır.

Sevgili okurlar, çocuklarımızı topluma, müsamahakar, yardımsever, ve çevresini seven ve hoşgören bireyler olarak yetiştirmek istiyorsak, bunun için gayret edelim, birlikte çalışalım, birlikte yol alalım. Zira Çocuklarımız geleceğimizdir. Gelecek çocuklarımızındır. Saygı duyan, seven ve hoşgören bir toplum olma dileğiyle….


Yazımızı hoşgörü ustalarının öğüdü ile bitirelim:


“Yıktığın varsa yapacaksın.

Ağlattığın varsa güldüreceksin.

Döktüğün varsa dolduracaksın.

Çıplakları giydirecek, açları doyuracak. Az halkı çok edeceksin. Ve en önemlisi:


HOŞGÖRÜLÜ OLACAKSIN.



Hoşgörü, en iyi dindir.

Victor Hugo

Hoşgörü, uygarlığın biricik sınavıdır.

Arthur Helps

Hoşgörü, yapılan her şeyin kolayca kabul edilip onaylanması değildir. Hoşgörü, başkalarının görüşlerini anlama yeteneği ve acı bir duygu beslemeden, anlayışlı bir tartışma arzusudur.

Macintosh

Hoşgörüsüzlük, insanın kendi davasına inanmasının bir kanıtıdır.

Gandhi

İnsanlığın kurtuluşunu sağlayacak en büyük erdem toleranstır.

H.Wilhelm Van Loon

Meyvesi çamura düşüyor diye, ağaca mı lanet edilir?

Hölderlin

Toplumsal hayatta en yararlı erdem hoşgörüdür.

Dale Carnegie


Bu çağın gereği ortak bir din değil, çeşitli dinlere bağlı insanlar arasındaki karşılıklı hoşgörü ve saygıdır.

Gandhi

“İnsanlara güzel söz söyleyin.”(Ayet)


“İyilikle kötülük bir olmaz, sen kötülüğü iyilikle savuştur. O zaman göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık olan bir kimse sana sımsıcak dost oluvermiştir.”( Ayet )


“Hoşgörülü ol ki sana da öyle davranılsın.”(Hadis)



Arzu ÇAĞIRAN

Sınıf Öğretmeni




YARARLANILAN KAYNAKLAR:


H. Fikri ULUSOY“Hoşgörü”

Dç .Dr. İsmail Hakkı ATÇEKEN “İslam’da Hoşgörü ve Hz. Peygamber’in Hoşgörü Anlayışı”

Halil ATALAY “Hoşgörü”

Hayrettin KARAMAN “Hoşgörü”

M. Tınaz TİTİZ “Hoşgörülü Olalım”



Günümüz dünyasında en çok dile getirilen birkaç sözcükten birinin de hoşgörü olduğunu düşünüyorum. İşin başında kolaymış gibi görünen bu kavram, meğerse çetin bir cevizmiş.

Cevizin dışındaki yeşil kabuğu acı ve buruktur, onun altı ise sert mi sert, içindeki yenilen bölümünü ise yine bir sar kaplar. Yani özü elde etmek için çaba gerekir. Tıpkı hoşgörünün özünü kavramak için olduğu gibi.

Hoşgörünün eksik olduğu birey ve toplumlarda, yaşamın sürekli çatışma ve kargaşa içinde sürdüğünü görüyoruz. Hoşgörüyü kavramak, yaşamak ve yaşatmak için bilgi, sevgi ve çaba gerekir. Çünkü hoşgörü bireyin kendini psikolojik, sosyal ve felsefi olarak bilinçli bir şekilde kavrayabildiği oranda oluşabilir.

Dar anlamıyla hoşgörü, karşımızda bulunan insan ya da topluluğun düşünce ve davranışlarındaki bizce görülen yanlışlığı, ilk baştan tepki göstermeyerek bunların nedenlerini düşünüp, çabuk ve kesin yargılardan ya da eylemlerden kaçınma bilincidir.

Hoşgörünün bilimsel açıdan ve derinlemesine ele alındığında bir çok hoşgörü kavramlarıyla karşılaşırız. Bu ayırım hem konunun incelenmesini kolaylaştırır, hem de kavramdaki kargaşalığı önler.

Bu kavramları şu başlıklarda toplayabiliriz.

Bilimsel Hoşgörü.

Duygusal Hoşgörü.

Yapay Hoşgörü.

Bilinçli Hoşgörü.

Bilinçsiz Hoşgörü : Yetiştiği ortamın uyarıları, inanç modellerindeki kurallar sonucu, karşısındaki insanın ya da topluluğun yanlış söylem ve davranışlarını, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden, ona uyum göstermesi ya da en azından karşı çıkmayarak katlanmasıdır. Böylece ileride ya da öbür dünyada ödüllendirilebileceği ile avunarak kendini aldatmasıdır. Sonuç, hoş görülmemesi gereken bir davranış veya düşüncenin ilerde ortaya çıkaracağı olumsuzluklara neden hazırladığının bilincinde olmaktır. Bu gün “ Birisi yanağına bir tokat atarsa, öbür yanağını çevir. “ uyarısını hangimiz hoşgörü ile karşılayabiliriz?

Diyebiliriz ki bu gün için bilinçli bir hoşgörüsüzlük, bilinçsiz bir hoşgörüden çok daha yaralıdır. Artık onlarda hoşgörü teslimiyete dönüşmüştür. Burada akıl susar, hoşgörü BOŞGÖRÜ olur.

Duygusal Hoşgörü : İçinde yaşadığımız dönemde örneklerini geniş bir alanda gördüğümüz bir tür. Bilindiği gibi insan duygusal bir varlık. Onu yönlendirebilmenin en kolay yolu bu duyguların temeline inmekle bulunur.

Ailenin çocuklarına bakış açısında, özellikle annede , hoşgörünün en duygusal biçimini görebiliriz. Çocuğumuzun yaptığı olumsuzluklara sürekli mazeretler ararız., ya da duygularımız bunları görmemizi engeller. Bilinçli ve ölçülü olarak çocuğa gösterdiğimiz hoşgörü onun kişilik kazanmasına yardımcı olduğu kadar aşırısı, onun kişiliksiz ve “narsist” bir varlığa da dönüştürebilir. Ebeveyndeki bu duygusal hoşgörünün bedelini ilerde çocuğun ödediğini gözlemliyoruz.

Doğal olarak çocuğa hoşgörülü davranmak, belirli ölçüler içinde zorunludur. Bunu bilimsel açıdan ele aldığımızda, pedogoji ile karşılaşırız. Psikolojiden ayrı olarak çocukların iç dünyasını ele alma rastlantı değildir. Bu da çocuk eğitiminin ve onun iç dünyasının tanınması ve gelişmesinin önemini gösterir.

Her yetişkinin hoşgörü ölçüleri, ya da kavramı, onun yetişme ortamındaki izlerini taşır. Hoşgörüden yoksun yetişen çocukların, yetişkinlik dönemine, bir çok sorun taşıdıklarını gözlemleyebiliyoruz. Genelde sert, hırçın ve uyumsuzluk göstergeleri en belirgin yönleridir.

Ya da aşırı hoşgörünün yarattığı kişiliksiz insanlar, yaşamın gerçekleriyle karşılaştığında yediği her tokadın sersemliği içinde çaresiz ve güçsüz olarak kıvranır.

Duygusal hoşgörünün sadece çocuklara yönelik olmadığını da biliyoruz. En az bunu kadar trajik olanı da, eşler arasında duygusal hoşgörünün sorunları. Karşı cinsleri birbirine yaklaştıran ve buluşturan içgüdüsel olgu doğaldır. Fakat bu yaklaşım ve birlikteliği sürdürebilmek için her iki taraf da duygusal bir hoşgörü içindedir. Daha doğrusu karşı tarafın her davranışını ve düşüncesini hoş görür. Bu durum akıl, mantık ve gerçeğin dışında, sırılsıklam bir duygusallıktır. Burada hoşgörü olabildiğince sınırsızdır. Çünkü burada hiç biri kendi değildir.

Zamanın akışı içinde, cinsellik ikinci planda kalmaya başlayınca, gerçekler ayaklara dolanıp durur. Hoşgörü de yavaş yavaş azalma başlar. Bir de bakarlar ki karşılarında hiç tanımadığı biri var. Kendilerine sorarlar, bu da kim? Halbuki yıllar boyu yaşamı birlikte paylaştığı kimsedir o.

Daha önce hiç fark etmediği şeyleri görmeye başlar ve bunları onaylayamaz. Halbuki o davranışları yıllardır görmüştür. Bu duygusal hoşgörünün kaybolmaya başladığının bir sonucudur. İşte bu aşamadan sonra duygusal hoşgörü yerini hoşgörüsüzlüğe bırakır. Sonuçta, kavgalar, hayal kırıklığı, ayrılıklar.

Duygusal hoşgörünün sadece çocuk ve evliliklerde sınırlı olmadığını biliyoruz. Sosyal açıdan konu ele alındığında da böyledir. İnsan beğendiği ya da beğenmediği olumsuzluklarını duygusal hoş görü nedeniyle göremez ya da görmek istemez. Tıpkı politikacılara olduğu gibi. Bu tür fanatikler bu nedenle oluşacak tüm olumsuzlukların mimarı olurlar.

Sonuç olarak, başta bireylerle sınırlı olduğu gibi görünen olguların faturasını tüm toplumun ödediği gerçeği ile karşılaşırız.

Yapay Hoşgörü : Karşımızdaki insanın onaylamadığınız söylem ve davranışlarını, ona olan sosyal ya da ekonomik bağımlılığımız nedeni ile hoşgörür görünürüz. Tabi ki bu yaklaşıma hoşgörü demek çok zor. Daha geniş bir bakış açısından konuyu gözlemlersek, totaliter yönetimlerle yönetilen ülkelerde, söylem ve davranışları sindirilmiş bireyler korkudan hoşgörüden çok, hoş görünmek zorundadır.

Diğer bir örnek de politik yatırım peşinde olan bazı bireylerin oy uğruna çevresine hoşgörü havarisi kesilmesidir,. Gerekli imaj için, hep gülümseyen, sevecen hoşgörülü görünmeye çaba harcarlar. Hatta bu konuda, bu işin uzmanlarında ders bile alırlar. Doğal olarak bu hoşgörüden çok, bir amaç uğruna hoş görünmektir.

Böylesi hoş görünmek ve bundan yarar sağlamak, ekonomik ve kültürel düzeyi düşük ülkelerde çok daha yoğun yaşanmaktadır. Hoşgörüyü maske olarak taşıyanların gerçek yüzleri ortaya çıkınca, onların sahte, saldırgan acımasız yüzleriyle karşılaşırız.

Bilinçli Hoşgörü : Karşısındaki bireyin ya da topluluğun, söylem ve eylemlerinin temel nedenlerini, hemen kavramamız olası değil. Çünkü onun bu duruma temel olan psikolojik ve sosyal etkenleri ilk başta bilemeyiz. Araştırdığımızda ya da biraz olsun düşündüğümüzde, bu eylem ve davranışlara etken olan faktörlerin, yetişme tarzı, çevresi ve doğuştan gelen bir çok olumlu ya da olumsuzluklar olduğunu görürüz.

Bu nedenle bilinçli hoşgörüde, insanın ele alınışı bilimsel içerik taşır. Kişiyi o andaki davranışlarıyla yargılamak ve mahkum etmek, ileride yerine getirilemeyecek kayıplara neden olabilir. O nedenle bir söylem ve davranışa tavır almadan önce, ona ve kendimize kıs bir an bile olsa zaman tanımalıyız. Bu hoşgörülü olmaya atılan ilk adımdır. Başlangıçtaki o kısa an bizi yanlış davranış ve yargılardan koruyabilir.

Bebeklikten buluğ çağına kadar olan dönemi anne ve babanın sınırlarına bırakarak, buluğ çağından itibaren konuyu derinleştirelim.

İnsanın çocuklukta yetişkinliğe geçiş döneminde, fizyolojik yapısındaki değişimden doğan fırtınaların ortaya çıkardığı psikolojik durumu hepimiz yaşadığımız için çok iyi biliyoruz.

Bağımsızlık duygusu, ilgi görme, sevme, sevilme, kendini kanıtlama ve cinsel istençler tamamen duygusal olarak, aklın ve mantığın kontrolü dışındadır. O dönem, egonun dorukta olduğu ve biz yetişkinlerin genelde unutmaya çalıştığımız bir evredir. O nedenle bilinçli hoşgörüyü kavramış anne-baba , öğretmen ve bireyler, onları anlayışla karşılar. Çünkü bilirler ki her insan bu dönemlerden zorunlu olarak geçer.

Buluğ çağı sonrası her ne kadar daha dengeli ve durgun bir dönem olsa bile, bilinç altına atılmış istekler, bastırılmış duygular, güvensizlik ya da bunların tersi olanlar peşimizi kolay kolay bırakmaz. Bu doğruları gerdiğimiz deneyimlerle gizleyebiliriz. Fakat deneyimli ya da psikoloji bilgisi olanlar bunları anlamakta gecikmezler. İşte bilinçli hoşgörünün yetişkinler için önemi burada başlar.

Uzakdoğu’da bilinçaltının işlevi ve yapısı M.Ö. 750 yıllarından önce RAJA YOGA adı altında metinlere geçirildiğini biliyoruz. Batı da ise Freude ve Jung ile başlar.

Yetişkin bireylerde gördüğümüz aşırılığa kaçan, zengin olma, ilgi görme, hükmetme, kendini beğenme, gününü gün etme davranışlarını psikanalist yöntemlerle incelediğimizde, ailenin , çevrenin ve inanç modellerinin belleğe kazılmış olumsuz yüzleriyle karşılaşırız. Dövülen, sövülen, horlanan, yokluk içinde yetişen bir çok kimsenin, çevresine aynı şekilde davrandığını görmemizin temelinde bu gerçek yatar.

Bu ruhsal durumu vurgulayan çarpıcı bir öykü vardır. “ Günün birinde, doğuştan kambur birisi, bir ermişle karşılaşır. Kamburun haline acıyan ermiş ona şöyle der, istediğin sadece bir tek şeyi yerine getireceğim. İyi düşün ve dile benden ne dilersin. Kambur hiç düşünmeden, şöyle yanıt verir. HERKESE KAMBUR.”

Kamburdan kurtulma ya da servet sahibi olmak varken, herkese kambur isteği, yıllarca alaya alınma, horlanma birikiminin sonuçlarıdır bu istek. Ve kambur olmanın nasıl bir şey olduğunu ancak yaşayan bilir mesajıdır bu istek.

Son yıllarda sempati ve antipati sözcüklerini sık sık kullanır olduk. Bilindiği gibi sempati duymak, karşımızdakini sevimli, şirin ve olumlu bulmaktır. Buna paralel İnsanın içinde dostluk ve yandaşlık duygularının uyanmasıdır. Antipati ise tamamen karşıtı bir duygu. Bir pek kullanılmaya ya da sözü pek edilmeyen empati kavramı var.

Sempati ve antipatide düşünce ve eylemlere akıl ve bilimden çok duygular egemen olur. Empati ise kendisini karşınındakinin yerine koyup düşünmek durumu yeniden değerlendirmektir.

Empati, yalın bir yaklaşımla başkalarının duygularını anlamak, onuru kırılanların psikolojik durumunu değerlendirmek, öğretmen iken öğrencisinin, savcı iken sanığın, içinde bulunduğu koşulları ve sorunları görebilmektir.

Konumuza empatik açıdan bakarsak, hoşgörünün ne olduğunu ya da olması gerektiğini kavrayabiliriz.

Deli ya da çok içkili birinin davranışlarını durumları nedeniyle zorunlu bir hoşgörü ile karşılarız. Fakat önceden biriken olumsuzluklar sonucu patlama durumuna gelen birini anlayışla karşılayamayız. Halbuki olaya empatik bakarsak çk farklı sonuçlara ulaşabiliriz.

Sonuç olarak hepimizin, her dönemde hoşgörüye gereksinimiz var. Sevgi arttıkça hoşgörü, hoşgörü arttıkça sevgi gelişir. Bazen ikisini birbirinden ayırmak zorlaşır. Fakat empatideki akılsal ve bilimsel temel, hoşgörüyü bilinçli olarak kavramamızı sağlar.

Konuyu yeterli bir şekilde açıklayabilirmiyim diye duyduğum içimdeki kuşkulara, sessizce söyle seslendim. “ Konu hoşgörü olduğuna göre, hoşgörürler.



23 Mart 1997 Özkan ARAS

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder