3 Ekim 2011 Pazartesi

Altruizm nedir?

ALTRUİST ahlakın temeli;
"BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı" olarak görme anlamına gelen:

KENDİNİ FEDA ETMEDİR.

Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur.

Eski ve sözde modern "yeni" tüm kolektivist mistiklerin temelinde altruizm vardır.

Altruizmin temelini ise irrasyonalizm oluşturur.

Oysa,insanı:"kendisini başkaları, başkalarını kendisi için fedaya

zorlayan altruist görüşlerin tümü;bizzatihi insan tabiatı ile çelişir, uyuşamaz.
İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.

Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder.

Yanlış felsefeler:insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia ederler. Bu iddianın nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı olarak görme anlamına gelen KENDİNİ FEDA ETMEDİR.


İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:

*İnsanlar niçin başkaları için yaşasın?

*İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?

*Bu, niçin iyi bir şey olsun?

Akıldışı felsefe savunucuları, işte bu sorulardan kaçmak için dünyevi olmayan, doğa üstü ve irrasyonel olan mistizme sığınır. Çünkü ancak irrasyonel olan bir şeyde gerekçe aranmaz, o sadece inançla kabul edilir. Bu nedenle mantık ve akıldışı felsefe çelişir.Mistizmi ayakta tutanda işte bu akıldışı ahlak anlayışıdır.. Medeniyetse aklın ürünüdür. Mistizmin kölesi olan bir akıl medeniyet değil karanlık üretir. Eski- yeni mistizmin iki versiyonu vardır: Ruh ve beden mistikleri, yani "varoluş olmaksızın bilince inananlar ve bilinç olmaksızın var oluşa inananlar. Her ikisi de önce aklınızın teslim olmasını ister. Birisi ilhamlarını, diğeri reflekslerini öne sürerek önce aklınızı teslim almak ister.."Onların tek amacı, "madde olarak insan bedeninin köleleştirilmesi ve manevi olarak aklın yok edilmesi." dir!

Kendini feda etmeyi talep eden böylesi bir mistik ahlak sistemi, fedakarlıkları toplayan üstün yöneticisi olmaksızın ilan edilemez, yaygınlaştırılamaz. Geleneksel olarak iki tip toplayıcı vardır: Tanrı ya da toplum. Toplayıcı insanoğlunun geneli için ulaşılamaz olmak zorundaydı ve onun otoritesi sadece "baş rahipler", "komiserler", "sömürge valileri", "devlet görevlileri" vs. olarak çeşitli şekillerde adlandırılan özel aracılar eliti ile açıklanmak zorundaydı. İşte yeni mistiklerin de izlediği yol budur: Yeni toplayıcılar: yüce hükmedenler ve yeni bir kültür! Yani tanrıyı veya toplumu anlamlı bir şekilde gerçek yöneticiler olarak göstermeye çabalayan: MİSTİZM! Yani bizden başkaları için veya doğmamış nesiller için veya üç-beş yıllık programları için ve asıl kendileri için: KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…!

Mistizm ile akıl arasındaki tercih; ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme veya durağan ilkellik arasındaki tercihdir.Eski-yeni mistikler, gerçeğin bulunması ile değil, insan "aklına-hayatına-mutluluğuna-bedenine" duydukları nefretle motive edilirler.Bu tutkunun merkezin de ise:iyi olmak için iyiden ve becerikli insandan duydukları nefret vardır!

Kollektivizm birey haklarının ezeli düşmanıdır.

İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuştur.

Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.

Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.

Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.

Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.
Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.
Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.

Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak için yazılır.




Her isteyene bir ev, bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir parazitler çetesi.



Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.

Altrüistler, "eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.

Bu kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil ****fizik bir eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür "eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey, insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.

Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.

İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir

Altruizm ve Özel Mülkiyet Hakkı

İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.

Maddi nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.

Sadece bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.

Altrüizm ve Sanat

Altrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir. Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.

Farklılıklarına rağmen, tüm irrasyonalist-subjektif-felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonun tek başına en zengin kaynağıdır. Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için sınırsız bir örtü sağlar. Altrüizm: Nazi Almanya'sındaki ve Sovyetler Birliği'ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş yağmacılığının; "kamu yararı"na hizmet etmeğe çalışan politikacıların iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşçılarınca sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin; rasyonelizasyonu olmuştur.

Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa; emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir "ideal" değil, bir rasyonelizasyondur.

İrrasyonel ahlak doktrinlerinin içeriği: Altrüizm

Yaklaşım yöntemleri değişik olan mistik ve sosyal ahlak doktrinleri aynı içerikten ibarettir: altrüizm (özvericilik).
Altrüizme göre:
a) "İnsanın kendi hatırına yaşama hakkı yoktur."
b) "Başkalarına hizmet varoluşunu haklı kılan tek sebeptir."
c) "Kendini, başkalarına feda etmek en büyük görev, erdem ve değerdir."
d) "Başkalarının çıkarına yapılan bir faaliyet iyidir; kendi çıkarına yapılan bir faaliyet kötüdür."
e) "Başkalarının çıkarı, her halü karda kendi çıkarın üzerine konmalıdır."
Altrüizmi, başkalarının haklarına saygı, diğergamlık, iyilikseverlik, cömertlik, insanperverlikle karıştırmamak gerekir. Bunlar ahlaki birinciller değil, sonuçlardır; üstelik altrüizm bunları imkansız kılan bir doktrindir; kendini küçük gören, kendini inkar eden, kendinden feragat eden, kendini tahrip eden insan, insan olarak yaşayamaz ki, başkalarına yararı olabilsin.
Altrüist ahlak, kökeni kabile hayatında olan bir fenomendir. Prehistorik insan, tabiata ve başka kabilelere karşı fiziken hayatta kalabilmek için, kabilenin (başkalarının) koruyucu gücüne sığınmak zorundaydı. Bir birey olarak varkalması düşünülemezdi. Altrüizmin medeniyet çağlarında da devam etmesi, fiziki sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir: zihni kapasitelerinin gelişmesini, algısal düzeyde durdurmuş olanlar, realiteyi kavramsal bir bilinçle kavrayamayanlar, realiteye karşı onları "koruyacak" bir liderlikten yoksun olarak, realite içinde fonksiyon edemezler. Kendini-feda doktrini, onlara küçültücü gelmez; çünkü, hiçbir benlik duygusu, hiçbir kişilik değeri geliştirmemişlerdir. Neyi feda etmelerinin istendiğini bile bilmezler; entellektüel bütünlük, gerçek sevgisi, kişisel olarak seçilmiş değerler, rasyonel fikirler gibi şeylerden haberleri olmamıştır. O yüzden rasyonel-egoizm diye birşey duyduklarında, akıllarına ilk gelen imaj, acıktığında kendi kabiledaşını yiyen bir yamyam olacaktır.
Bütün düsturları ve tarihi performansı incelendiğinde görülecektir ki, altrüist ahlak doktrini, yüzeydeki iddialarının aksine, insana karşı, akla karşı, yeryüzünde elde edilebilecek insani mutluluk ve başarıların her şekline karşı, hayata karşı, derin bir nefretin ifadesidir.
Sübjektivist ahlak doktrinlerinin bir içeriğinin varlığından bahsetmek bile zordur; duygular, içgüdüler, sezgiler gibi, aklın dışındaki herhangi bir şey, sübjektivist ahlakın içeriğini belirler. İçerik adına sübjektivist ahlak doktrininde bulunan tek şey, altrüist madolyonun öbür yüzüdür; sübjektivist ahlak doktrini şunu ilan eder: "tabiatı ne olursa olsun, kendi çıkarına yaptığın bir faaliyet, iyidir."
Ya-kendini-ya-başkasını-feda ahlakı olarak altrüizm

Altrüizmin (kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi; ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya "Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine mi?" gibi sorular ortaya atılır.

Böyle bir yaklaşım, altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir:

a) Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda edecekleridir.

b) Başkalarına saygıdan yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli yardım bekleyeyen, dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler.

c) Realiteyi bir kabus olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin sürekli ve temel bir konu olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş zannetmektedirler.

d) Ahlaka karşı müthiş bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi hayatlarının aktüel problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç karşılaşmayacakları durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber olacak bir ahlak sistemi yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak davranış kurallarıyla ilgilenmektirler.Altrüizmin (kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi; ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya "Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine mi?" gibi sorular ortaya atılır.

Böyle bir yaklaşım, altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir:

a) Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda edecekleridir.

b) Başkalarına saygıdan yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli yardım bekleyeyen, dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler.

c) Realiteyi bir kabus olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin sürekli ve temel bir konu olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş zannetmektedirler.

d) Ahlaka karşı müthiş bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi hayatlarının aktüel problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç karşılaşmayacakları durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber olacak bir ahlak sistemi yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak davranış kurallarıyla ilgilenmektirler.

Başkalarına yardımı merkezi ve temel bir ahlak konusu yapan altrüizm, insanlar arasında gerçek iyilikseverliği ve dostluğu yok eder. Altrüizm; başka bir insana değer verme işini, bir benliksizlik (egosuzluk) eylemi olarak ortaya koyarak; başkasına değer verme işinde, egoistçe bir yan bulunamayacağı; başkasına değer verme işinin, kendini feda etmek anlamına geleceği; başkasına duyduğu bir sevgi, hayranlık ve saygının, kendi zevki için olamayacağı, tersine kendi mevcudiyetine bir tehdit teşkil edeceği inancını doğurur.

Ortaya çıkan bu ya-kendini-ya-başkasını-feda ikileminin öbür yüzünü seçenler, altrüizmin gayrı-insanileştirici etkisinin nihai ürünleri olan psikopatlardır. Bunlar, altrüizme alternatif bir ahlaka da sahip olmadıklarından; kendini-feda anlayışına karşı çıkarken, her insana karşı kayıtsızlığı savunan, (genellikle kendi cinslerinden bir sürücünün sebep olduğu) bir trafik kazasında yaralanmış, yerde yatan bir insana yardım etmek için parmağını bile kıpırdatmayacağını söyleyen tiplerdir.

Çoğu insan, bu altrüist ikilemin iki yüzünü de kabul etmez. Böyle olunca, insanlararası ilişkiler ve başkalarına yardım işinin tabiatı, amacı ve ölçüsü üzerinde büyük bir entellektüel kaos ortaya çıkar.

İnsan, kurbanlık hayvan değildir: kendisini başkalarına feda etmesi, ahlaki bir görev veya erdem değildir. Fakat, insanlar arasında fedaya dayanmayan bir yardımı düzenleyen ahlaki prensipler, rasyonel olarak ortaya konabilir.

"Feda," bir değeri, ondan daha az olan bir değer karşılığında veya karşılığında hiçbir değer elde etmeden teslim etmektir. Yani, altrüizm; bir insanın erdemini; değerlerini teslim veya reddettiği veya onlara ihanet ettiği dereceyle ölçmektedir. Mesela, altrüizme göre; yabancılara veya düşmanlara yapılan bir yardım, sevilenlere yapılan bir yardımdan daha az "egoistçe"dir, yani daha erdemlicedir. Rasyonel bir davranış, bunun tam tersi olmalıdır; rasyonel bir insan, daima değerler sisteminin hiyerarşisi içinde davranır: bir değeri, daha az bir değer uğruna vermez, feda etmez.

Bir insanın sevdikleri için yaptıkları, -bu yapılanlar, kendi değerler hiyerarşisi içinde kişisel (rasyonel) bir önem taşıyorsa- feda teşkil etmez. Karısına aşık bir adamın, onun tehlikeli bir hastalıktan kurtulması için bütün servetini sarf etmesi, bir fedakarlık değildir; çünkü, karısının hayatı, parasıyla alabileceği bütün şeylerden daha kıymetlidir. Fakat, onu kurtaracak yerde; içlerinden hiçbirini tanımadığı, kendisine hiçbir şey ifade etmeyen on kadının hayatını kurtarmakta parasını harcaması, -ki altrüizm bunu ister- bir fedakarlıktır. Rasyonel bir insan, tanımadığı on kadın yerine, neden sevdiği karısını kurtarır? Çünkü, kendi mutluluğu, hayatının en yüce gayesidir ve karısının hayatta kalması kendi mutluluğu için gereklidir.

Boğulmak üzere olan insan konusuna gelince... Eğer, kurtarılacak insan bir yabancı ise, onu kurtarmaya çalışmak, insanın kendi hayatı için çok küçük bir risk varsa, ahlaken doğrudur; risk büyükse, kurtarma teşebbüsü gayrı-ahlakidir: ancak kendine saygıdan yoksun bir insan, kendi hayatını, rasgele bir yabancının hayatından daha değersiz görür. Eğer, kurtarılacak insan yabancı değilse, alınacak olan riskin büyüklüğü, o kişiye verilen değerin büyüklüğüyle orantılıdır. Eğer, o insan, aşk duyulan bir insan ise, onu kurtarmak için hayatı kaybetmek göze alınabilir; ve bu ancak rasyonel-egoistçe bir amaç için yapılır; çünkü, aşık olunan o insanın yokluğunda hayat dayanılmaz olabilir.

Bir insanın sevdiklerine yardım için yaptıkları, "benliksizlik" (egosuzluk) veya "fedakarlık" değildir, bütünlüktür. Bütünlük, bir insanın kanaatlerine ve değerlerine sadık olması, değerlerine uygun davranması, onları pratik realiteye geçirmesidir.

Rasyonel bir insanın, yabancılara yaklaşımını belirleyen şey ise, onların sahip olduğu insani potansiyele saygıdır; ta ki, o yabancı tersine davransın. Fakat, bu demek değildir ki; insan, sürekli olarak yardım edeceği bir yabancı arasın. Prensip olarak her insan kendi hayatından sorumludur; fakat, insan, bir olağanüstülükte, gücü yettiğince yabancılara yardım eder.

Unutulmaması gereken şey şudur: insanlar normal olarak batmak üzere olan gemilerde yaşamazlar veya boğulmakta olan insanlara sık sık raslamazlar; dolayısiyle, bu tür dünyalar üzerinde kurulu ahlak sistemleri yanlıştır; normal bir yaşamı, insani mutluluğu merkez alan rasyonel bir ahlak; olağanüstülüklerdeki rehberliği de yapabilecek olan tek ahlaktır.

Birey Haklarının Yozlaştırılması ve Kollektivizm


Birey hakları, özgür, medeni bir toplumu doğuran kavramdır. Özgürlüğün, medeni bir toplumun tahribi, bu hakların tahribi ile başlar.

Birey haklarının ezeli düşmanı kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuºtur.

Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.

Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.

Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.

Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.

Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.

Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.

Bu bağlamda, Bağımsızlık Bildirisini yazanların entellektüel dakikliği dikkate değer: mutluluk hakkından değil, mutluluğu kendi başına aramak hakkından bahsederler. Yani, bir insanın, kendi mutluluğunu gerçekleştirmek için gerekli gördüğü faaliyetleri yapmak hakkıdır; fakat, bu mutluluğu başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

Hayat hakkı, insanın kendi hayatını (yeteneklerinin onu ulaştırabileceği herhangi bir ekonomik seviyede) kendi çalışmasıyla sağlaması hakkıdır; fakat, hayati ihtiyaçları ona başkaları tedarik etmek zorunda değildir.

Mülkiyet hakkı, mülkiyet elde etmek için gerekli ekonomik faaliyetleri yapmak ve kendi mülkiyetini tasarruf etmek hakkıdır; fakat, mülkiyeti başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

İfade özgürlüğü hakkı, siyasi yönetim tarafından hiçbir baskı, müdahale veya ceza tehdidi olmaksızın fikirleri ifade etmek hakkıdır; fakat, fikirleri ifade etmede kullanılacak -bir konferans salonu, bir matbaa gibi- araçları başkaları ona sağlamak zorunda değildir.

Birden çok insanla yapılan herhangi bir girişim, katılan her kişinin gönüllü rızasını gerektirir. Onlardan her biri, kendi kararını vermek hakkına sahiptir; fakat, hiçbiri kararını ötekilere zorla kabul ettirmek hakkına sahip değildir.

"Bir iş hakkı" diye bir şey yoktur; sadece, serbest mübadele hakkı vardır; yani, bir insanın hizmetlerine başka birisi talip olursa, o insanın işi kabul etme hakkı vardır. "Bir ev sahibi olma hakkı" diye bir şey yoktur; sadece serbest mübadele hakkı vardır; yani, kendine bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Bir insanın malını o insanın istediği fiyattan satın alacak veya bir insanı o insanın talep ettiği ücretten işe alacak kimse yoksa, "mal veya hizmetlere karşı adil bir fiyat veya adil bir ücret elde etme hakkı" diye bir şey yoktur. Özel gurupların "hakkı" diye bir şey yoktur; "çiftçi, işçi, işveren, memur, bebek, genç, yaşlı hakları" diye bir şey yoktur; sadece, İnsan Hakları vardır ve bu haklar tek tek her birey insana ve bireyler olarak bütün insanlara aittir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder