10 Haziran 2009 Çarşamba

Azteklerden Dua Örnekleri

Ölmek İçin Güzel Bir Gün(Ayinde Okunan Dua)
Onaltı gündür at sırtında generalatlar susamış ve yorgunhain şefin!! izini sürmekteonun gelişini takdir etti!askerler tepelerin gerisinde saklanmıştıkampın etrafı sarılmıştı
bir atlı surdu atini reise doğruonlar koyu almak ve yağma etmek icin gelmişlerdi
"kollarınızı aşağı indirin""mızraklarınızı aşağı indirin"Reisin gözlerinde hüzün vardıFakat gözlerinde korku görünmüyordu
"Ölmek için güzel bir gün"
Gözlerinizi kurulayın çocuklarım ağlamayın"Ölmek için güzel bir gün"
O konuşmuştu beyaz adam gelmeden çok önce,Onların silahları ve wiskisi hakkındaHalkını uyarmıştıOnlar tarihlerini yazmadan önceGeneral inanmadı onun sözlerinene de yüzüne.Fakat O biliyordu daha çok insan öleceğinisonrada bu kara lekenin yaşanacağınıBu kanun nasıl yıkılırNe yanlış yaptım ben?ki beni gömmek öldürmek istiyorsunbu kan izleri üzerinde
Biz topraklarımız, toraklarımız bizim için endişeliVe bu yol daima olmalıAsla daha fazlasını sorma aslaVe şimdi şöyle bana son sözünüSilahlarımı aşağıya indirdimBaşımı eğdimSimdi istersen beni atabilirsin bu yerdenGidecek bir yeri olmadanVe insanlarına dönüp yaşlı gözlerini kurulamalarını söyledibizler huzurlu ve rahatızve sesi gökyüzünde yankılandı
Kutsal Ruh´a Dua
" Ulu Tanrı , rüzgarın içinde duyduğum ses kimin sesi,bütün dünyaya hayat veren kimin nefesi -duy beni-. Senden önce geldim . Senin çocuklarından biriyim.ben küçük ve güçsüzüm , senin gücüne ve bilgeline ihtiyacım var. Güzellikler içinde yürüyelim ve gözlerim hep farkına varabilsin kırmızı ve mor gün batımının. Ellerim saygı göstersin senin yaptığı ve yarattıklarına,kullaklarım açıkca duyabildin sesini. beni öyle bilge yap ki ben benim insanlarıma öğrettiklerini anlayabileyim ve kayalara ve yapraklarına arasına gizlediğin derslerini anlayabileyim. En büyük düşmanım olan kendimle savaşıp kendi içimdeki gücü bulabileyim ve hazır olayım sana gelirken;Temiz ellere ve saf gözlere , öyle ki yasam batan bir günbatımı gibi solmaya başladığında ruhum sana saf ve lekesiz gelebilsin."

Agnostisizm nedir?

Agnostisizm resmi olarak ilk defa 1800´lü yılların sonunda ünlü biyolog T. H. Huxley tarafından ortaya atılmıştır. Bilinmezcilik olarak da tanımlanır. Agnostisizm, tanrının varlığının "bilinemez" olduğunu savunur. Dinlerin tanrıdan gelmediğini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder ancak başka bir tanrının, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini söyler. Bu bakımdan agnostisizm kendini, "kesinliklinle tanrı vardır" diyen teizmden de "kesinlikle tanrı yoktur" diyen ateizmden de ayrı tutar.
Agnostiklere göre tanrının varlığı meselesi insan aklının ötesinde bir konudur. O halde böyle bir varlık hakkında konuşmak ve hüküm vermek de imkansızdır Dolayısıyla agnostikler Tanrı inancı konusunda tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir ancak onların bu tarafsızlığı bazen ateizm olacakta değerlendirilmiştir. Her nekadar bazı agnostikler tavırları ve yaşamları onların ateist olduğu izlenimini vermekteyse de bir kısmı kendilerinin felsefi açıdan ateist olmadığını ifade etmiştir. Mesela ateist olarak bilinen ünlü düşünürlerden Bertrand Russell (1872-1970) felsefi açıdan kendisini agnostik olarak tanımlamıştır .Çünkü ona göre her şeye rağmen tanrının yokluğunu kanıtlıyacak bir delil mevcut değildir.
Huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.İnsanin, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren bu öğreti Tanrı kavramına getirilen yorum bakımından tüm zamanların en mantıcı düşüncesidir .

Hurufiliğin Öncüleri - HURUFİLİK nedir

HURUFİLİK
Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattir. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufilik’in bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.
Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir.
Hurufiliğin Öncülleri
Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır.
Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.
Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır.
Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Huruf-u Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.
Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.”
İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.
İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.
Fazlullah Esterabadi
Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.
Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.
Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır.
Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır.
Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.
Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir.
Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir.
Hurufilik Anadolu’da ve Rumeli’nde
Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar.
Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir.
Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.
Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir. Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir.
İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır.
Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle Alevi-Bektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır.
Hurufi İnançları
Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar.
Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.
Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.
Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır.
Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.
Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır. Fazlullah Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.
Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları belirtmektedir:
Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana, insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük tanımaktır. İnsan “Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık), kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, “Zamanın Çocuğu”dur (İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından biri olarak görülebilir.
Hurufilik ve Bektaşilik
Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur.
Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur. Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.
Sonuç
1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır.
Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir.
Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur. Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir.
Anadolu’nun heterodoks İslam’ı ya da tüm Osmanlı topraklarında İslam’ın egemen olduğu simgesel evren içinde yaşayan heterodoksi, Hurufilik sayesinde, aynı topraklarda yaşayan diğer kültürlerden halkları, uzlaştırıcı çatısı altında toplama yeteneğini geliştirerek daha olgun bir biçim kazanmıştır.
Kaynaklar:
İslam AnsiklopedisiAnaBritannicaFelsefe Ansiklopedisi, Orhan Hançerlioğluİslam İnançları Sözlüğü, Orhan HançerlioğluSabah Rüzgarı, Reha ÇamuroğluZındıklar ve Mülhidler, Ahmet Yaşar Ocak100 Soruda Tasavvuf, Abdülbaki Gölpınarlı

Dinin Kaynağı nedir?

Din de dâhil olmak üzere bütün kavramlara iki şekilde bakmak mümkündür:
1) Dinin İlâhî ve yüce kudret tarafından konulduğuna inanan düşünce,
2) İnsanın herşeyden üstün olduğuna inanarak, dini bizzat insanın ürettiğine inanan görüş.
Buna göre ilerlemeci ve evrim teorisine dayanan ikinci görüşe göre, insanlık her geçen gün iyiye giden geri dönülmez bir akışın içindedir. İnsan, ilkel döneminde tabiat ve tabiî hâdiseler karşısında çaresiz kaldığından birtakım görünmez güçlerin var olduğuna inanmış ve bunları maddîleştirerek zamanla tapınmaya başlamış, böylece putperestlik ortaya çıkmıştır. Bu yüzden insanlığın ilk dinine animizm (ruhlara tapma) adı vermişlerdir. Ölü ruhların, bedensiz varlıklarını devam ettireceği inancı atalara tapınmayı doğurmuş, buradan yağmur, ateş, kar gibi tabiat olaylarını idare eden çeşitli tanrıların varlığına inanılmış, zamanla bu tanrıların birleştirilmesiyle tek tanrı inancı ortaya çıkmıştır. Dinin insan tafından uydurulup üretildiği anlayışına dayanan bu görüşlerin iddiaları şöyle maddeleştirilebilir:
“Eskiden kabileler kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle kan bağı içinde akraba sayar ve onlara saygılarını tapınma biçiminde gösterirlerdi.”
“Din toplumsal bir süreçtir. Toteme (kutsal olan şey) gösterilen saygı insanların kendi birliklerini temsil ettiği içindir. O halde dinin temel fikri kutsaldır. Kutsal olan da toplumun kutsal kabul ettiği şeydir.”
“Din insanın kendi kişiliğini bulurken hissettiği güçsüzlüğe karşı bir şeylere güvenme ihtiyacından doğmuştur.”
“İnsanın kendi düşüncesini insan üstü bir plana aktarmasıyla din ortaya çıkmıştır. Yani insanların ruhun ölmezliğine inanmaları, adalete olan susamışlıkları, insanların bir adaletin tecellisine olan inançları din mefhumunu ortaya çıkarmıştır.
“Din baskı altındaki insanların iç çekmesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.”
“Sonuç olarak din, ilkel insanın zayıflığının ürünüdür. İlkel ve çok tanrılı dinler tarihin ilk dönemlerinde yaşanmış olup, din de insanla birlikte evrim geçirmiştir. Din herhangi bir varlığın değil, bizzat insanın kendisinin ürünüdür. Teknolojinin ve tabiî bilimlerin gelişmesiyle insan, tabiat üstünde hâkimiyet kurmuş, tabiat olaylarına bilimsel açıklamalar getirmesi sonucu zamanla din, işlevini yitirecek, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.”
Tüm bu ve benzeri inançlar Allah’a inanmayan, hak dini kabul etmeyen, ateist, laik, materyalist, komünist ideolojileri benimsemiş olan insanların ortak inancıdır.
İslâm inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla insanlığın ilk dini çok tanrılı değil; tek tanrılıdır.Yani tevhid dinidir.
Allah’ın varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber inancı, âhiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler değişmiştir. Bunun içindir ki, Hz Adem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İSLÂM’dır.
Fakat peygamberler halkın arasından ayrıldıktan sonra, insanlar hak dinden uzaklaşmış, birtakım sâlih insanlara, yıldızlara, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, hevâ ve heveslerine tapınmaya başlamışlardır. Hak dinlerde meydana gelen bu sapmayı ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiş, bu elçiler insanları tevhid inancına tekrar tekrar dâvet etmişlerdir.
Yani insanlığın çok tanrı inancından tek tanrı inancına doğru gelişme gösterdiği anlayışı İslâm inancına aykırıdır. İslâm i’tikadında insanlığın ilk dini tevhid dinidir.

ESKİ MISIR DİN VE İNANIŞLARI

Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 329-331; Bk. Ahmet Kahraman, Dinlar Tarihi s. 75-79;
Aton Dini: Günümüzde mensupları bulunmayan eski Mısır'ın tek tanrıcı dini. Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Söslüğü (Dinler ve İnançlar Hakkında Özet Bilgiler Bölümü) s. 15-17; Bk. Age. (sözlük: Firavunlar Maddesi) s. 7; Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 62;
Hermetizm: Eski Mısır tasavvufu. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 191;
--------------------
•Eski Mısır Dinlerine ilişkin terim ve kavramlar:
*Amenti: Eski Mısır'da ölüler ülkesi. Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik din ve inanç sözlüğü s. 9; Bk. O. Hançerlioğlu, Dünya İnançları sözlüğü s. 36;
Aşhlu: Cennet. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 58;
Ölüler Kitabı: Eski Mısır inançlarını içeren papirüslere yazılı çok eski bir eser. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 386;
----------------------
•Mısır Tanrıları Dizini:
Anubus : Mısır'ın ölüler Tanrısı. Gövdesi insan, başı çakal veya vahşi köpek, kuyru ise çalı biçimide temsil edilirdi.
Abouk: Mısır yağmur Tanrısı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 9
Ammon: Mısır baştanrısı. Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik din ve inanç sözlüğü s. 9; Bk. O. Hançerlioğlu, Dünya İnançları sözlüğü s. 37;
Anat: Savaşçıların tanrıçası. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 42;
Anubis: Mezanlık tanrısı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 47;
Apis: Eski Mısır'ın öküz şeklindeki güneş tanrısı. Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik din ve inanç sözlüğü s. 11;
Besi: Çocukları koruyan tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 83;
Firavun ve Firavunlar: İlah olduklarını ileri süren eski Mısır kralları. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 158; Bk. Cilt-8. Tefsir ve Kûr'ân Bilimleri Kaynak Referansları (Grupsal Dizin, Konularına Göre Âyetler Dizini: Firavun Maddesi)
Gebeb: Yeryüzü tanrısı. Bk. O. Hançerlioğlu, Dünya İnançları sözlüğü s. 165;
Harmankis: Firavun IV. Tutmes'in, düşünde gördüğü tanrı. Bk. O. Hançerlioğlu, Dünya İnançları sözlüğü s. 183;
Hathor: Yaratıcı tanrıça. Bk. O. Hançerlioğlu, Dünya İnançları sözlüğü s. 184;
Horus: Güneş tanrısı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 200;
Hunum-Khunum: Bereket tanrısı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü s. 15;
İsis: Ana tanrıça. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 223;
Keops: İlahlaştırılmış firavun. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 251;
Kepre: Güneş tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 251;
Memphis (Menfis): Nil tanrısı Neilos'un kızı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü (Agenor Maddesi) s. 16;
Mentu: Güneş tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 221;
Mikerinos: Tanrılaştırılan firavun. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 331;
Mini: Penis tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 332;
Nefertum: Mısırlılarda bir tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 360;
Neftis: Set'in karısı tanrıça. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 361;
Neilos: Nil tanrısı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya inançları sözlüğü (Agenor Maddesi) s. 16;
Nit: Güneşin annesi. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 367;
Osiris: Kral tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 382;
Re-Ra: Güneş tanrı. Sonradan Khepri adını alan kurs başlıklı Mısır tanrısı. İlk Firavun kabul edilir. 426;
Seth: Karanlık tanrı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 456;
Thot: Ay tarı. Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü s. 510;

Aztekler ve Azteklerin inançları

15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika?nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika?da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan?dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından ?Tenoçka?, ataları Tenoch?tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan ?Meksika? adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir. En büyük kentleri Tenochtitlan?ın adı ?Tenoch?tan türetilmiş, ?Meksika? ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı ?KulhuaMeksika? adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika?ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir. Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan?ı IS 1325?te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır.
Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika?da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519?da 207.200 km2?lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2?yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarınını tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı.
Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sistemlerinden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklerin başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. Insan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı?na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı. Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika?nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20?şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20?şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519?da gelen Ispanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek Imparatorluğu?nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son Imparator Il. Montezuma (hd 1502-20), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. Imparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi.
Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir.
Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.

MANİHEİZM (MANİŞEİZM) MANİCİLİK

Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında Mani (216 ?- 276 ?) tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ile kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.

Ortodoks Mezhebi ve özellikleri

Yunanca´da Ortodoks " Doğru görüş, inanç ve doğru itiraf" anlamına gelir. Bu mezhebin Dinler Tarihindeki diğer isimleri şunlardır: Doğunun Ortodoks, Katolik ve Apostolik Kilisesi, Ortodoks Doğu Kilisesi, Doğu Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Rum Ortodoks Kilisesi. (34) Ortodoks Kilisesi´nin Katolik Kilisesi´nden 1054 yılında (35) kesin olarak ayrılmasında (36) dinî ve siyasî birtakım sebeblerin büyük rolü olmuştur:

1- Katolik Kilisesi´nin müşrikler arasında dini yaymak için bazı tavizler vermesi.
2- Roma´nın itirazına rağmen imparatorluk merkezinin istanbul olması.
3- Batı Roma Devleti´nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğunu Papalığın doldurmak istemesi.

inanç ve ayinler bakımından Ortodoks Kiliseleri bazı siyasî ve idarî sebeblerden dolayı birbirinden ayrılmıştır:

a-1054´deki Doğu-Batı ayrılığından sonra Ortodoksluğun merkezi Bizans olmuştur.
b-istanbul´un Türkler tarafından fethedildiği 1453´ten sonra Rus Ortodoks Kilisesi istanbul Patrikliği ile mücadeleye girişmiştir.
c-Rus ihtilâli (1917)´nden sonra istanbul Ortodoks Patrikliğiyle mücadeleden vazgeçen Rus Ortodoks Kilisesi Patriklik halini almıştır.

Ortodoks dünyasının dört büyük patrikliği (istanbul-iskenderiye, Antakya, Kudüs) vardır. Diğer, bölgelerdeki millî kiliseler idari yapı itibariyle bu dört patrikliğe bağlıdır. Ortodoks Mezhebi´ni diğer Hıristiyan mezheplerinden ayıran başlıca özellik şunlardır:

1- Patrik ruhanî başkandır.
2- Papa yanılabilir. O isa´nın vekili değildir.
3- Ruhu´l-Kuds, Oğul yoluyla Baba´dan çıkmıştır.
4- ilk yedi konsilde alının kararları kabul etmek lâzımdır.
5- Ancak, Meryem, isa ve Aziz ikonlarına (37) saygı gösterilir.
6- Her ülke ibadetini kendi diliyle yapmakta serbesttir.
7- Günahkârlar, işledikleri günah ölçüsünde A´râf ta bekletilirler.
8- Keşişler, piskoposlar ve patrikler evlenemez; papazlar evlenebilir. Boşanma ancak bazı şartlarla mümkündür.
9- Vaftizden hemen sonra Konfirmasyon yapılmalıdır.
10- Evharistiya ayininde ekmeğe maya, şaraba su katarlar.
11- Haç sağdan sola çıkarılır ve Haç´ın kolları birbirine eşittir.

Kuruluş dönemlerinde bütün Doğu Ortodoks Kiliseleri, istanbul Ortodoks Kilisesi´nin idare ve kontrolü altında iken, daha sonraları parçalanmalar olmuş şu kiliseler doğmuştur:

1-Süryani Ortodoks Kilisesi,
2-Rum Ortodoks Kilisesi,
3-Ermeni Ortodoks Kilisesi,
4-Rus Ortodoks Kilisesi.

Dinler Tarihçilerinin genellikle savunduklarına göre Ortodoks Mezhebi´nin doğması, iznik (325) ve O´nu takibeden altı Konsil´de alınan bazı kararlar sonucunda olmuştur. (38) Ancak Ortodoksluğu kabul edenler iznik Konsili´nde değişik fikirler ortaya atan Arius, Nestorius vb. din büyüklerinin görüşlerine her zaman cephe almışlardır.

Katolik mezhebi ile Ortodoks mezhebi arasında tesbit edilebilen başlıca ayrılıklar şunlardır:

1- Katoliklere göre Ruhu´l-Kuds Baba ile Oğul´dan, Ortodokslara göre ise Allah´ın göndermesinden meydana gelmiştir. (39)

2- Katoliklere göre papa yanılmaz; ilâhî kudrete sahiptir. Ortodokslara göre ise O, ruhani bir liderdir; ilâhî bir gücü yoktur.

3- Katoliklere göre papanın iman, ibadet, ahlâk vb. konulardaki her sözü münakaşasız kabul edilmelidir, Ortodokslara göre ise papa da bir insandır, yanılabilir.

Prostestan Mezhebi ve inançları

Almanca´da "protestieren" kelimesinden alınmış olan Protestan "itiraz, protesto, başkaldıran" anlamlarına gelir. Protestan mezhebinin doğuşu, XVI. yüzyılda Martin Luther (1489-1546)´in Roma Katolik Kilisesi´ne karşı;

1- Günahları bağışlamak,
2- Günahların bağışlanmasını malî bir kaynak haline getirmek,
3- incil yorumunu kendi tekeline almak,
4- Ayin dilinin mutlaka Latince olması vb. hususlara itirazları ile başlamıştır.

Martin Luther itirazlarına kısa zamanda taraftar bulunca hareket hızla büyüyerek yayılmıştır. (40) itirazcılar kendi görüşlerini çeşitli mahfillerde açıklamak imkânı buldukça, onların fikirlerini benimseyenler de o nisbette artarak geniş bir coğrafyaya sahip olmuştur. Protestan mezhebine incil Kilisesi de denir.

Protesto hareketinin yaygınlık kazanması, reformasyonun başlaması ve çeşitli kiliselerin doğmasıyla sonuçlanmıştır. Protestanlığa göre Allah´a ulaşabilmek için hiçbir kilise görevlisinin aracılığına ihtiyaç yoktur. Hıristiyan geleneğinin yakın geçmişten aldığı şeklin bir diğer adı olan Protestanlık, kilisenin bizzat kendi değerlendirmesine göre:

1- itirafla ilgili durum,
2- Ruhanî tavır,
3- Hıristiyanlığa daha uygun bir görünüm verme vb. noktalarda geçmişine nisbetle yeni bir hüviyet kazanmıştır.

Protestanlık, tarihinin belirli bir döneminde ve bazı özel şartlar sonucunda ortaya çıkmasına rağmen, fikir ve ruhî yapı itibariyle sadece XVI. yüzyılın mahsulü sayılmamalıdır. Bazı Dinler Tarihçilerine göre, Protestan reformcular ile onları takib edenler, o yüzyılda yapılan dinî yorumlarla yeni bir gerçeği bulmak yerine, eski dinî gelenekleri yeniden ortaya koymuşlardır. Bu bakımdan Protestanları, kâşif değil, yenileyici olarak görmek lâzımdır. inançlarına göre günahkâr bir kişi ancak Tanrı´nın karşılıksız inâyetiyle kurtuluşa erebilir. Protestan mezhebi son dört yüz yıl içinde başlıca iki dinî tür olarak kendini göstermiştir:

1- Klasik Protestanlık,
2- Radikal Protestanlık.

1- Klasik Protestanlıkla Hıristiyanlığın aldığı yeni şekle karşı isyan ederek kilisenin Katolik anlamını koruyan büyük kilise sistemleri kastedilmektedir.
2- Radikal Protestanlık terimi daha çok bu mezhebin ortaya çıkışını açıklayan olayı anlatmak için kullanılmaktadır. Bu terim aynı zamanda dinî gruplarla dinî düşünce ekollerini de içine almaktadır. Bu ekolün mensupları Kitab-ı Mukaddes ile Hıristiyan kilisesinin dinî merasim varisleri (41) olduklarını iddia etmişlerdir.

Protestanlığın ilk ifadesi Lutheryanizm´dir. Bu terimle Martin Luther´in faaliyetleri, O´nun ruh ve görüşüne borçlu olan Hıristiyan fikirleri ile özel kiliseler anlaşılır. Bu ekol, kulun hayatı ve kilise ibadeti üzerinde özellikle durmuştur.

Protestan Mezhebi´nin özellikleri şunlardır:

1-Papa da bir insandır, yanılabilir.
2-Diğer iki büyük Hıristiyan mezhebinin kabul ettiği teslise inanırlar.
3-Kutsal kitabı yorumlamaya herkes yetkilidir.
4-Sakramentlerden yalnız Vaftiz ve Evharistiya´ya inanırlar.
5-Azizleri kabul etmezler.
6-Kiliselerde resim ve heykel lüzumsuzdur.
7-Haç çıkarma geleneklerine inanmazlar.
8-ibadet ve ayinleri herkes kendi diliyle yapabilir.
9-A´râf ve ebedî ceza yoktur.
10- Meryem sıradan bir insandır; ilâhî bir niteliği yoktur.
11-Günah çıkartma işlemi mantıksız bir uygulamadır.

Protestan Mezhebi öncelikle kendi bünyesinde üç ana kola ayrılmıştır:

1- Lutheryanizm,
2- Kalvinizm,
3- Anglikanizm.

1- Lutheryanizm, Protestanlığın ilk şeklidir ve Martin Luther´in fikir ve ideallerini benimseyen özel Hıristiyan görüşünü temsil eder. Lutheryan Kiliseleri Almanya, Skandinav ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletlerinde daha çok yaygındır. inançlarına göre kilise, lâik hayattan sorumlu tutulamaz.

2- Kalvinizm, günümüz Protestan dünyasının ikinci ekolünü teşkil eder. Bir diğer adı Reforme Hıristiyanlık´tır. Akımın kurucusu ve öncüsü olan John Çivin, sıkı bir dinî tecrübeden geçmiş Fransız asıllı, ilâhîyat sahasındaki yazılarıyla tanınmış bir kişidir. O´nun gayesi mevcut Hıristiyanlık´ta reform yaparak dinî başlangıçtaki, asıl haline kavuşturmaktır. O´na göre Hıristiyanlığın topluma karşı, birtakım görevleri olmalıdır.

3- Anglikanizm, VIII. Henry devrinden beri ingiltere´nin Resmi Kilisesi´dir. VIII. Henry (1491-1547) ile Papa arasındaki bir kavgadan sonra doğmuş olan Anglikanizm´in en başta gelen hedefi Hıristiyanlığı kendi öz niteliğine yeniden kavuşturmaktır. Onlara göre papalık ile Presbiterianlık arasında en azından orta bir yol olmalıdır. Bu yalnız kilise teşkilâtı düzeyinde değil, doktriner anlamda da gerçekleştirilmelidir.

Protestanlık bu üç ana kolun dışında ikinci derecede diyebileceğimiz on küçük gruba daha ayrılmıştır.

Radikalizm ve Protestanlık

Fransızca´da Radikalizm "ilim, din ve siyasette temelden, kökten değişiklikler yapma temayülü" anlamına gelir. Bizim burada üzerinde duracağımız Radikalizm, Hıristiyanlık üzerinde yapılmak istenen köklü değişikliklerle ilgilidir.

Dinler Tarihi terminolojisinde Radikal Protestanlık terimi ile daha çok genel Protestanlık´tan yavaş yavaş kopan ve O´ndan bağımsız olarak teşekkül eden Hıristiyan grupları ve dinî ekolleri kastedilmektedir. Bir bakıma bu gruplara, Reformasyon´un birtakım tartışmalardan sonra dünyaya gelen çocukları demek mümkündür. Bunlar özel yapı ve davranışlarından dolayı ingiltere´nin resmî kilisesiyle uyum sağlayamamışlardır. Radikal Protestanlığı iki grupta incelemek mümkündür:

1- Evangelik,
2- Hümanist,

Radikal Protestanlığın en önde gelen temcilcileri Babtistler, Kongregasyonistler, Metodistler ve Kuveykırlar´dır. Bu sayılan temsilcilerin, kendilerine özgü farklı görünümler sergiledikleri bilinmektedir. Hatta bu akımlardan bazıları bağımsız,Hıristiyanlıktan ayrı bir din görünümündedir. Bununla beraber Radikal Protestanlığın Hümanist kanadı, Hıristiyan Kilisesi´nin din tanımayan kesimi ile özel bir şekilde ilgilenmiştir. Hümanistlerin en büyük arzuları Hıristiyanlığın "zevk sahibi insanlara" karşı bir değeri bulunduğunu ispat etmektedir.

Hümanistler düşüncenin en büyük rehberi olarak vahiy yerine aklı temel almışlar onu gerçeğin başlıca kaynağı kabul etmişlerdir. Onların baz aldığı ölçü Hıristiyanlık vahyi değil, ilmî bir buluş, bir felsefî ilke veya herhangi bir düşüncedir. Ancak bu akımın, gün geçtikçe nüfuz ve değerini kaybettiği ifade edilmektedir. Radikal Protestanlık özellikle şu ana noktalar üzerinde durarak kimliğini kanıtlamak istemiştir:

1- Kurtuluşa ermek için isa´ya tam anlamıyla inanmak lâzımdır.
2- Kilise´nin ve dünyanın mutlak efendisi isa´dır.
3- Gerçek kilise isa tarafından kurulmuştur. Kurtuluş ancak bu kilisededir.
4- isa´nın gözle görünen kişiliği incil´de açıklanmıştır. insan yaşamı boyunca daima O´nu örnek almalıdır.
5- Çarmıh´tan sonra dirilen isa sonsuz bir güç ve çalışma kaynağı olmuştur.

Çağdaş Protestanlıkla meydana gelen gelişmeler hakkında John A. Mackay şöyle diyor?

Protestanlığın henüz dinî erginliğine erişemediğini, tarihî görevini tamamlamadığını belirtmek gerekir. Dörtyüzyıl önce Reform hareketinde olup bitenler bugün de hayatta, doktirinde ve kilise teşkilâtında ifade edilmek durumundadır. Çağdaş Protestanlıkla ortaya çıkan önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

1-Tarihî Hıristiyan inancı yeniden kavranmalıdır.
2-Kutsal Katolik Kilisesi gerçeği protestanları da kuşatmalıdır.
3-Dine dayanmayan düzen ile ilgili sorumluluk duygusunun yeniden canlanması sağlanmalıdır.
4-Evangelik Hıristiyanlığın dünya çapında yayılması, Protestan düşünürlerin bu yolda çaba sarf etmelerini gündeme getirmelidir.

Sahaja Yogacılar dini inançları ve ibadetleri

Sahaja Yogacılar dini Gerçek´le, Özben´le, veya Tanrı´yla -diliniz ne olursa olsun-- bağlantı tanımı kapsamında kendilerini ayrı bir din olarak kabul ederler. Sahaja Yoga organize bir din değildir, ancak o sübtil olanın, tanrısal gerçeğin doğrudan algılanması ile bütün dinlerin özünü birleştirir. Sahaja Yoga spiritüelliği dogma boyutundan çıkartıp bireysel deney boyutuna getirmiştir. Bu bir uygulamadır, merkezi sinir sistemimiz üzerinde hissedilen direkt bir deneydir ve ispatlanması için inanmaya ihtiyaç yoktur.

Sahaja Yoga?cılara göre; Aydınlanmasını almış olan herkes - ki bu Sahaja Yoga ile çaba harcamadan elde edilebilir birşeydir -Kundalini´nin (Veda´lar geleneğine göre) veya Kutsal Ruh´un (Hristiyan geleneğine göre) serin esintisini başının üzerinde hisseder. Aydınlanma gündelik yaşantımızı daha iyi ele alabilmemiz için yeni bir algı kategorisini açan bir olgudur. Sahaja Yoga öğretisinin özünde bunun gerçekleşmesi yer alır. Beynin limbik alanının bilişsel potansiyeliyle birlikte bir bakıma bize yeni bir duyu verilmiş olur. Orada yukarda hepimizin güçlü birer radarı var, işlemeye başlamak ve seyir becerilerimizi geliştirmek üzere bekleyen.

Sahaja Yoga?cılara göre Aydınlanma olmadan önce veya sonra hiçbir şekilde inanca ihtiyaç yoktur. Hissedilen inançsal boyut kişiseldir.Deneyim ve meditasyon ile ulaşılacak sonuçlar kişinin kendisine aittir.Aydınlanmayla kişi Sahaja Yoga´nın kurucusu Shri Mataji´nin vurguladığı gibi: kendisinin efendisi olur.

Sahaja Yogacılara göre ; yeryüzündeki tüm büyük dinler daha yüksek ustaların öğretilerini aydınlatmak amacıyla başlatılmıştır. Zaman içinde, Aydınlanma henüz herkesin ulaşabileceği noktada olmadığı için, onlardaki gerçeklik "yetkili" kişiler tarafından kavramların ve ritüellerin içine gömülmüştür. Onlar zengin ve güçlü oldular. Dinlerdeki gerçeklik ve hakiki öz sönükleşti ve bir inanç haline dönüştüğünü iddia eden Sahaja Yogacılara göre ; İlk kez şimdi Sahaja Yoga, aydınlanma kanalıyla, bu zamanın ötesindeki gerçekleri merkezi sinir sistemimiz üzerinde ispat edebilir.Bir bakıma hepsi bilimsel, pratik ve tarih boyunca gelişmiş, bu modern çağda ise zirvesine ulaşmış olan daha büyük bir planın parçasıdır. Bilincimizin evrimindeki bir sonraki adımdır bu. Bütün bunların insanlığın Tanrısal sevgi diyebileceği gizemli bir güç tarafından yönetildiğini söylemektedirler.

Aydınlanma Ayini -Töreni-

Rahat bir şekilde ama sırtınız dik olarak oturulur. Toprak Anne tüm negativiteyi ayaklarınız aracılığı ile kendine çektiğine inanıldığı için, meditasyon sırasında ayakkabılar çıkarılır..

Her iki elin avuç içleri yukarıya bakacak şekilde dizlerin üzerine koyulur, Shri Mataji?nin resmine bakılıp; Kişi içinden , ?Anne, lütfen bana Aydınlanmamı ver? üç kere tekrarlar. Böylece kişi kendi iç bedenine yolculuğa çıkacaktır. Sahaja Yogacılara göre bir insanın potansiyeli sınırsızdır. İhtiyacı olan tek şey ilk olarak kaynağı ile ? Kendi veya Ruh) bağlantıya girmesidir ve saf enerji yayan Shri Mataji?nin fotoğrafı bu olayın gerçekleşmesi için bir katalizatör görevi görmektedir.

9 Haziran 2009 Salı

Şaman Giysisi nedir?

Şaman için davuldan daha önemli bir şey varsa o da Şaman giysisidir. Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz ayin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhamına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri ve biçimi, süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile eksik kalsa cübbe ve davul ayin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur.

Şaman cübbesi gelenek olarak otuz parçadan yapılmış sayılsa da gerçekte altmışa yakın çok çeşitli parçaya sahiptir. Cübbenin asıl kısmı maral ya da beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir. başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "manevi" yayın ve diğer silahların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır.Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir.

Şamanın cübbesiyle birlikte külahı (börk)da hazırlanır. Külahın esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur, etrafına da üç tane düğme konur. Astarı kaba ve adi kumaştandır. Külahın üç yerine vaşak derisi dikilir; bunlardan biri göz, biri alın ortası biri de ense hizasına konur. Böylece Külahın üç kısmı olur ki buna "üç üyelüü kuspörük" (üç boğumlu kuskülah) denir.Göz üzerindeki kısma türlü türlü boncuklardan diziler konur. Her dizide beş boncuk ve ucunda bir yılan başı bulunur. Dizilerin sayısı 5,9 ya da 16 olabilir.

Şaman Kimdir - Şaman Olma koşulları

Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa'da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya'da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe'de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu ' ca olduğunu,"zıplayan,dans eden" anlamına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi'nin sehname'sinde geçen "Semen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir.

Kasgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. Divan-i Lugat-it Türk'te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em. (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.)

Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. İnsan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. İnsanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. İnsanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir.

Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur.

Şamanizm dini - Şamanizm İnanç ve İbadetleri

Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder.Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yi insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm ' di. Bu Şamanizm,Yakutlar ve Altaylar'da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı ' yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı.

Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ' inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren,dünya,insan,hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök,yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İşte bu yüzden Asya 'nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür.

Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır

Sümer Dini ve Tanrıları

Sümer Dini:

İ.Ö. IV. binyılda Aşağı Mezapotamya´da yaşayan halkların inançları. Sümer dünyası XIX. yüzyılda keşfedilinceye inanç alanının temel bilgilerinde bir hayli değişiklikler olmuştur. Türkistan bozkırlarından Dicle´yle Fırat deltasına inen bu çok becerikli ve bilgili ulus, bölgelerinin kuzeyinde yaşayan Akad´larıda etkileyerek, olağan üstü bir uygarlık geliştirmiştir.

Sumer dini çoktanrılı bir dindi. Dünyada, evrende, doğada görülen, hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı. Tanrılar insan görünümünde, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı. İnsanlar gibi, onlann da çocuklan ve eşlerinden oluşan aileleri bulunuyordu. Bu aileler kral gibi bir Baştanrı altında toplanmışlardı. Tanrılar da insanlar gibi sever, üzülür, kızar, kıskanır, kavga eder, kötülük yapar, hastalanır, hatta yaralanabilirlerdi. Yer, Gök, Hava, Su Tanrılan yaratıcı, diğerleri yönetici ve koruyucu Tanrılardı.

Her şehrin bir koruyucu Tanrısı vardı. O Tanrı, şehrinin iyi yaşam sürmesinden sorumlu idi. Onun gücü, şehrinin iyi veya fena olduğuna göre değişirdi. Bunlara aym zamanda diğer şehirlerde de tapılırdı. Bu şehir Tanrıları, evrenin yönetimini aralannda bölüşmüşlerdi. Tanrılara ait listelerde 1500 kadar Tanrı adı bulunması, Sumerlilerin ne kadar çok Tanrı yarattığını göstermektedir.

Tanrıları insan şeklinde algılamalan, Tanrıları şehirlerin dışında evren ve doğa Tanrısı olarak geliştirmeleri ve onlan uyumlu bir sistem içine almalan, Sumerlilerin önemli ruhsal başanları olarak kabul edilmektedir. Tanrılar yalnız evrende değil, insanlarm yaşamına da girerler. Örneğin, yorulmak bilmeden gezen Güneş Tanrısı Utu, her şeyi görür, adaleti korur, insanlara yardım eder, ciğer falı bakanlann piridir. Bilgelik ve Su Tanrısı Enki, insanlann ve sihirbazlarm koruyucusudur. Venüs yıldızını simgeleyen Tanrıça İnanna, âşıklann ve savaşçılann koruyucusudur

Sumer´de Tanrılar istediklerini yapar; onlar, insanlara ne istediklerini bildirmez. Ancak insanlar onlara, kendilerinden istenileni sorarak öğrenebilir. Bu, kurban edilen hayvanlann karaciğerlerindeki işaretlere göre anlaşılır. Bu işaretlerin ne olduğu, neyi anlattığı, bu hususta yazılmış kataloglarda bulunur; rahipler ona göre onlan yorumlar. Ayrıca rüya ile de Tanrı istediğini bildirir. Tanrının yapılacak bir işi uygun görüp görmediğini anlamak isteyen; mabede gider, kurban keser, dua eder ve uykuya yatar. Gördüğü rüyanın olumlu veya olumsuz olduğunu da ancak rahip yorumlar.

Sumerliler, bu Tanrılar dünyası üzerine pek çok efsane geliştirmişler; şiirler yazmış, ilahiler bestelemiş, törenler düzenlemiş ve bütün bunlan yazıya geçirerek zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamışlardır. Onlann kurduklan çokTanrılı din, yavaş yavaş tektanrıya dönüşerek, bugünkü dinlerin temelini oluşturnuştur. Fakat bu arada diğer Tanrılar da tamamıyla yok olmayarak bu dinlerde melekler, şeytanlar, cinler olarak varlıklarını korumaktadır.

Patesi ya da Ensi adını verdikleri rahip-krallarla yönetiliyorlardı. Bugün için onlardan daha öncesi bulunmadığına ve bilinmediğine göre, keşfedildikleri tarihe kadar başka uluslara maledilen birçok uygarsal ve inançsal buluşların onların ürünü olduğu kabul edilmektedir. Onlardan kalan Gılgamış Destanı´yla Enuma Eliş(Gökyüzünde) adlı yaratılış efsanesi, başka uluslara maledilen birçok inançların Sümer kaynaklı olduklarını kesin olarak meydana çıkarmıştır. Örneğin artık bilinmektedir ki Yahudilerin sanılan Tufan tasarımı onlarındır, Suriyelilerin Adonis´e dönüştürdükleri Babillilerin Tammuz´u onalrın Dumu-zid´idir, Samilerin Anu ve daha sonra Yunanlıların Uranus´a dönüştürdükleri tanrıların babası onların An´ıdır, Akdeniz´in ünlü Kybelesi onların Ki (Toprak ana)´sidir, Samilerin ilkin İştar ve Asarte´ye dönüştürdükleri onların İnanna´sıdır. Samilerin Sin´i onların Nanna (Ay-tanrı) ve Şamaş´ı onların Utu(Güneş-tanrı)´sudur Samilerin Ea´sı onların Enkisi´dir. Yunanlıların Hades´i onların Kur(Ölüler ülkesi)´u ve Elysion´u onların Dilmun(Cennet)´udur, Yunanlıların Persephone´si onların Ereşkigal´idir, Yunanlıların ünlü yedi bilge´si Mezapotamya´nın en eski yedi kentine uygarlığı getiren Sümer bilgeleridir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

Sümer uzmanlarından N.K. Sandars şöyle demektedir: "Gılgamış, elbette bir İskender, bir Odysseus, bir Herakles, bir Samson, bir Dermot ya da Gawain değildir. Ama Gılgamış´ın öyküsü anlatılmamış olsaydı bu kahramanların hiçbiri şimdiki ölçüde hatırlanmazdı." Çünkü çeşitli tasarımların ortaya koyduğu bu kahramanlar Sümer´li Gılgamış´tan pek çok şey almışlardır. Sandars´ın da belirttiği gibi örneğin "ortaçağın İskender´inde Gılgamış´ın birçok özelliğini bulabiliriz". Dermot´la dövüşen vahşi adam, Gılgamış´la dövüşen Enkidu´nun tıpkısı denilebilir. Birçok tanrıları Anadolu´ya maleden Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı) bile "Büyük ana tanrıçanın sevgilisi Attis´in menşeini bulmak için Sümer´lere gitmeli"(Anadolu Tanrıları, İstanbul 1962, s. 89) der ve onu Sümer´lerin Dumu-zid´ine bağlar.

Samiler, Mezapotamya´yı istila edince Sümer tanrılarını benimsemişler, ne var ki onların adlarını ve özelliklerin çoğunu değiştirmişlerdir. Kaldı ki Mezapotamya´nın çeşitli kentlerinde de ortak tanrılar aynı adla anılmazlardı. Ayrıca, her kentin koruyucu özel bir tanrısı da vardı. Kimi kaynaklarda bu adlar birbirlerine karıştırılmış ve Sümer tanrıları çoğunlukla Sami dilindeki adlarıyla tanıtılmıştır.

Sümer tanrılarının adlarını yeniden düzenleyen Prof. Kramer´e göre önce su vardı. Tanrı An (Gök. An-sar: Tüm gök)´la tanrı Ki(Toprak. Ki-sar: Tüm dünya) bu sudan doğdular. Onların birleşmesinden Enlil(Hava) meydana geldi, gökle toprağın arasını doldurdu. Enlil, karanlık göğü aydınlatmak için Nanya (Ay)´yı yarattı. Nanna da Utu (Güneş)´yla İnanna (Aşk ve savaş)´yı yarattı. Samilerde bu tanrılar Sin (Nanna), Şamaş(Utu) ve İştar(İnanna) adlarıyla anılırlar. Enlil ilkin An (Samilerde Anu)´ın buyrukalrını yerine getiriyordu, sonra dünyayı Ki´nin elinden alarak yönetmeye başladı, daha sonrada An´ın yerine geçti ve bütün evrenin egemeni oldu, aynı zamanda Nippur kentinin koruyucusuydu.

An´la Ki´den doğan bir başka tanrıda tatlı suların ve bilgeliğin tanrısı Enki (Samilerde Ea. Prof. Kramer "An´ın çocuğu olduğu söylenebilir" demekle yetiniyor, Enuma Eliş´de ileri sürülen bu doğumu kesin bulmuyor)´dir, sanatı koruyor ve derinde yaşıyordu. Enlil toprağın egemenliğini eline geçirdiği sırada İnanna´nın ablası gök-tanrılaçalardan Ereşkigal´i Kur(Yeraltı ülkesi)´a kaçırmıştı. Bu yeraltı ülkesinde Annunaki (yargıçık yapan ve An´ı soyundan gelen yeraltı tanrıları)´ler vardı, ülkenin kapısını Neti(Samilerde Nedu) bekliyordu. Gılgamış Destanı´nda bunlardan başka şu tanrıların adları anılmaktadır: Adad (Fırtına yağmur tanrısı), Antum (An´ın karısı), Absu (Tanrıları meydana getiren su), Aruru (Yaratıcı tanrıça. Endiku´yu kilden yarattı), Aya (Utu´nun şafağı ve gelini), Belit-Şeri (Yeraltı yargıçlarının zabıt katibi), Dilmun (Cennet. Sadece tanrılar gidebiliyor, bir de tufan´dan kurtulup ölümsüzleştirilen Utnapiştim ya da başka bir anlatımdaki adıyla Ziusudra orada yaşıyor), Dumuzi (Ya da Dumu-zid. Samilerde Tammuz ya da Temmu. Verimlilik tanrısı. Çoban demek. İnanna´nın da kocası), Endukugga ve Nindukugga (Yeraltı tanrı ve tanrıçası. Enlil´in ana-babası), Enkidu (Aruru´nun yarattığı yabanıl yaratık. Daha sonra hayvanların koruyucu tanrısı oluyor), Enugi (Sulama tanrısı), Haniş (Kötü havayı haber veren göksel varlık), Humbaba ya da Huvava (Sedir ormanı bekçisi canava, Anadolu´lu bir tanrı olduğu sanılıyor), İgigi (Gök tanrılarının ortak adı), İnsan-akrep (Tanrıların karşıtı. Su tarafından tanrılarla savaşmak için birçokları yaratılmış. Güneşin battığı yerde nöbetçi), İrkalla ( Ereşkigalin bir başka adı), İşullana (An´ın bahçivanı. Aşkına karşılık vermediğinden ötürü İnanna tarafından köstebeğe dönüştürüldü), Lugabanda (Çoban-tanrı. Aynı zamanda kral. Gılgamış´ın babası ya da koruyucusu), Mammetum (Alınyazısı-tanrısı), Namtar (Uğursuzluk şeytanı, hastalık getirici. Yeraltı ülkesinin başpapazı), Nergal (Yeraltı tanrı.Ereşkigal´in kocası), Ningal (Ay tanrısının karısı, güneşin annesi), Ningirsu (Ninurta´nın eski adı. Verimlilik tanrısı), Nirnurta (Ningirsu´nun yeni adı. Savaş ve bereket tanrısı), Gizzida ya da Ningizzida (Bereket tanrısı. Hayat ağacının efendisi olarak niteleniyor. Büyü de yapıyor. Daha sonra Dumu-zid´le birlikte göğün kapısını bekliyor), Ninhursag (Ana tanrıça. Ki´nin başka adı. Enki´nin karısı),Ninki (Ninhursag ya da Ki´nin bir başka adı olduğu sanılıyor. Destanda Enlil´in annesi), Ninsun( Bilgelik tanrıçası. Lugulbanda´nın karısı ve Gılgamış´ın annesi), Nisaba (Tahıl-tanrıça), Puzur-Amurri (Utnapiştim´in dümencisi), Samukan (Sığırların tanrısı), Siduri ya da Sabit (Şarap yapımcı kadın. İnanna´nın bir başka adı olabileceği öne sürülüyor), Silili (Göksel kırsak, göksel aygırın da annesi), Şullat (kötü hava habercisi. Haniş´in bir başka biçimi) Şulpay (Şölen yöneticisi tanrısı) Ubara-Tutu (Utnapiştim´in babası, mitolojik kral), Utnapiştim (Sümerlilerin Ziusudra´sına Samilerin verdiği ad. Ünlü tufan kahramanı), Urşanabi (Utnapiştimin´in kayıkçısı. Dilmun´a gitmek için ölümcül suları hergün geçiyor), Yedi bilge (Yedi kente uygarlık getiren getiren Sümer bilgeleri)

Tanrılar ve Tanrıçalar:

Ab-zu: Yeraltı tanrısı. Apsu(ya da Absu)´da denir. İlk insanlar, yaşamın sarmal gelişimini mevsimlerde izlemişler, doğum-ölüm döngüsünü yeraltı sularına bağlamışlardır. Yeraltı suları, ilkbaharda bütün doğaya canlılık verirler, yazın göklere doğru yükselirler, sonbaharda yağmurlarla yeniden insanın yaşadığı toprağa düşerler, kışın da toprağın altındaki yerlerine dönerler. Bu döngü her yıl böylece tekrarlanır. Su mevsimi gelince, her yl doğayı yeniden canlandırır. Bu yüzden Ab-zu, canlandırıcı bir tanrıdır.

Akrep İnsanlar: Akrep insanlar ülkesi. Tufan varsayımının ilk biçimi Sümerler´in Gılgamış öyküsünde anlatılır. Tufandan kurtularak ölümsüzlüğe kavuşan Utnapiştim´in oturduğu yer, Akrep ülkesini aştıktan sonra varılan yerdir. Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmanın çaresini öğrenmek için büyük dedesi Utnapiştim´e gitmek için bu ülkeden geçer.

An: Gök-tanrı. Anum da denir. Savaş tanrısı İştar´ın kocasıdır. Yunanlıların Zeus´uyla eşdeğerlidir, tanrılar tanrısıdır. Sümer inançlarında Enlil(toprak) vr Enki(okyanus) ya da Ea´yla birlikte büyük tanrılar üçlüsünü kurarlar.

Anşar: Gökyüzü tanrısı. Yeryüzü tanrısı tanrısı Kişar´la birlikte dişi yılan Lakamu´yla erkek yılan Lakmu´nun çocuklarıdır.

Annunaki´ler: (Sümer) İkinci derece tanrılar. Bunlar baştanrı Marduk´tan kendilerine bir hizmetçi vermesini istemişler, o da insanı yaratmış.

Arallu: Cehennem ülkesi. Sümer inançlarına göre, cehennem ülkesini yöneten önce tanrıça Ereşkigal´miş, sonra çok güçlü bir tanrı olan Nergal onunla evlenerek cehennem ülkesinin kralı olmuş.

Aruru: Sümer tanrıçası. Sümerlerin ünlü Gılgamış destanında adı geçen, A-Ru-Ru biçiminde de yazılıyor. Uruk kentinin genç kızları, nişanlılarını sabahtan akşama kadar çalıştıran kral Gılgamış´ı ona şikayet ederler. O da Gılgamış´ı başka konularda oyalasın diye Enkidu´yu yaratır.

Boğa: Bolluk ve güçlülük simgesi. Hayvan tapımının en önemli tanrılık hayvanlarından biri olan boğa´ya ilkin Sümer inanaçlarında rastlamakla birlikte boğanın kutsallığı inancının hemen bütün ilkel inançlarda yer aldığı görülür. Bütün mitolojilerde boğa, dölleme ve kuvvet olarak erkek gücünü simgeler. Sümerlerde boğa, erkek insan başlı olarak tasarımlanmıştır. Boğa tapımı, bütün sami dinlerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa eski Yunan´da Zeus´ün, Roma´da Jüpiter´in simgesidir.

Ea: Su-tanrı. Enki adıylada anılır. Sümer-Akad inançlarında evrenin ana öğesi su´dur. Daha açık bir deyişle Sümer evreni gök (An), toprak (Enlil)ve su (Enki) olmak üzere üçe ayırmakla beraber bunların temel ve tümünün yaratıcı öğesi olarak su´ya tapmışlardır. Bu bakımdan, Ea büyük yaratıcı tanrıdır, göğü ve toprağı o yaratnıştır, aynı zamanda tüm bilgeliktir ve bundan ötürüde büyüsel etkiler onun yardımıyla elde edilir, yaşam kaynağı olduğundan ötürü bolluğuda simgeler. Sümer tapınaklarında Ea´nın kendisi olarak bir kap içinde kutsal su bulundurulurdu, bu sudan içen hastaların iyileşeceğine ve güçsüzlerin güçleneceğine inanılırdı. Tapınak rahipleri de balık biçiminde giysiler giyerlerdi. Hıritiyanların İsa´ya tasarladıkları balık niteliğinin de kaynağı Sümerlerin bu inancı olsa gerektir. Sümer inançlarında Ea´dan önce, bir su ilkesi olan Ab-zu(ya da Ab-su) inancı alır.

Enkidu: Gılgamış´ın arkadışı. Engidu biçimindede yazılmaktadır. Kimi incelemeciler onun bir insan olmadığını, belki de bir aslan olduğunu ileri sürmektedirler.(Örneğin, Bkz. Challaye, Dinler Tarihi, İstanbul 1960, s. 116). Vücudu kıllarla kaplı, çok bilgeli bir varlıkmış. Bir başka anlatıma göre de kralı olduğu kenti kalkındırmak isteyen Gılgamış, ülkesinin bütün erkeklerini işe koşarmış. Kadınlar kocalarını, genç kızlar nişanlılarını göremez olmuşlar. Bu yüzden kralı, tanrı Aruru´ya şikayet etmişler. Kadınları haklı bulan tanrı da krala bir arkadaş yaratarak onu başka serüvenlere yöneltmek istemiş ve tanrı Anum´a benzeyen toprak vücutlu, çok iri ve vahşi Enkidu´yu yaratmış. Bu yaratık Gılgamış´ın yaşamında büyük çapta etken olanlardan biridir ve sonunda da onun uğrunda ölür. Öyküye göre tanrıça İştar, krala aşık olmuş. Ama onun bütün sevgililerini öldürdüğünü bilen Gılgamış, tanrıçaya yüz vermemiş. İştar da ondan öç almak için üstüne azgın bir boğayı saldırtmış. Gılgamış ancak Enkidu´nun yardımıyla boğayı altedebilmiş. Buna çok kızan İştar da Enkidu´nun canını almış. Enkidu´nun ölümü, Gılgamış´ın ölümden korkup ölümsüzlüğü aramasının nedenidir. Bir başka anlatıma göre de Gılgamış, ölüler ükesinde arkadaşıyla görüşür. Enkidu´nun ona ölümün ne denli kötü olduğunu anlatması, Gılgamış destanı´nın en şiirli bölümüdür.

Enlil: Yeryüzü-tanrı. Bel ya da Belum adıyla da anılır. Baal´le birlikte bütün bu adlar, Mezapotamya´nın en büyük tanrısını dile getiren tanrı anlamındadır. Enlil, tanrı Anum´un oğluydu, zamanla babasının yerine geçerek baştanrı yerine yükseldi. Yeryüzüne hakim olan, onu yöneten odur. Sümer inançlarında bir tufan meydana getirerek insanları cezalandıran da odur. Atmosfer güçlerini de o yönetir; şimşekler fırtınalar, onun buyruğundadır. Karısı Ninlil ya da Belit´le birlikte Elam dağlarında oturur. Nippur sunağı ona adanmıştır. Özellikle sümerler en çok onu saymışlar ve en çok ondan korkmuşlar. Ne var ki Mezapotamya´nın çok uzun tarihinde tanrılar zamanla yer değiştirmekte, oğullar babalarının yerini almaktadır. Belli bir zamanda hangi tanrı sayılıyorsa, bütün tanrıların onun tarafından yaratıldığına inanılmaktadır.

Ereşkigal: Yeraltı ülkesi tanrıçası. Yeraltı ülkesi tanrısı Nergal´in karısıdır. Sümer inançlarına göre, ilkin cehennemi (Arallu) tek başına Ereşkigal yönetirmiş, tanrıların bir şölenine çağrılınca cehennemden ayrılmadığı için kendi yerine bir temsilci göndermiş, bütün tanrılar bu temsilciyi ayağa kalkıp selamlamışlar, sadece tanrı Nergal yerinden kıpırdamamış, bunu duyan ve çok kızan Ereşkigal, tanrı Nergal´i yakalatıp cehenneme getirmiş, ama Nergal, cehennemin için altüst ederek Ereşkigal´i tahtından indirmiş, cehennemin kralı olmuş ve Ereşkigal´le evlenmiş.

Kingu: Devler ve canavarlar ordusunun komutanı. Torunlarına kızan Tiamat, devlerden ve canavarlardan bir ordu kurarak tanrılara saldırır, bu ordunun başına getirdiği korkunç dev Kingu´ya kaderin iplerini verir. Tanrılarda kendilerini savunmak için tanrı Marduk´u başkomutan yaparlar. Marduk devleri yakalayıp cehenneme gönderir, kaderin iplerini de Kingu´dan alarak kendi boynuna takar. Marduk´un büyük ve evrensel eğemenliği böylece başlar.

Kişar: Yeryüzü tanrı. Ünlü Sümer tanrıları Anum, Enlil ve Ea, onun gökyüzü-tanrı Anşar´la birleşmesinden doğmuş ya da oluşmuştur. Kişar dişi, Anşar erkektir.

Lakmu: Erkek-yılan. Dişi-yılan Lakamu´yle birlikte dünyaya gelmiş. Sümerlerin yaratılış tasarımlarını anlatan Enuma Eliş (Gökyüzünde) adlı yapıta göre (bu yapıtın İ.Ö. VII. yüzyılda yazıldığı sanılıyor) bu iki yılan Apsu´yla Tiamat´ın birleşmesinden olmuşlar. Bu iki yılanın birleşmesinden de Aşar ile Kişar dünyaya gelmiş. Yeryüzüyle gökyüzü böylece oluşmuş.

Lilitu:Dişi gece demonu. Rüzgarla gelen felaketler, hastalıklar, veba ve ölümden sorumlu görülmekle birlikte, belkide daha fazla insanların cinsel yaşamlarına müdahalede uzmanlaştıklarına inanılır.

Moummou: Sonsuzuk-tanrı. Kimi metinlerde Apsu´yla Tiamat´ın oğlu, kimi metinlerde de Apsu´nun veziri olarak gösterilmektedir. Mummu biçiminde de yazılıyor.

Nana: Ana-tanrıça Kybele´nin adlarından biri. Nina ve İnnina da denir. Akad´lar kendi dillerinde onu aynı anlamda İştar sözcüğüyle çevirmişlerdir. Ana ve Anna sözcükleri de bu kökten türemedir. Mezapotamya mitolojisinde Nane adıyla tanrı Enzu´nun ve kimi yerde de tanrı An´ın kızı olarak gösterilir, aşk ve savaş tanrıçası sayılır. İ.Ö. V.I. yüzyılda Babil´de Annumitu adıyla anılmıştır.

Ningirsu: Savaş-tanrı. Urningirsu da denir. Tanrı Enlil´in oğludur. Anu´nun kızı olan tanrıça Bo´yla evlidir. Tanrıça Bo, tanrıça İştar´dan önce Lagaş bölgesinin toprak-ana´sıydı. Savaş tanrının yirmi dört çeşit silahı varmış ki bunlardan herbiri bir devi simgelermiş. Ningirsu´nun annesi de Ninlil adını taşır ki Enlil´in karısıdır.

Ninhur Sag: Kış bölgesi tanrıçası. İ.Ö.III. b.nyılda tapılmıştır. Ninlil ile kardeş çocuklarıdır.

Ninlil: Tanrı Enlil´in karısı. Nirginsu´nunda annesidir.

Pazuzu: Ateş-peri. Kuş ayaklı, kanatlı ve insan ellidir. Hastalıkları iyi ettiğine inanılır. Hastaların boynuna onun resmini taşıyan muskalar asılırmış. İkircikli özelliği olarak güneydoğudan estirdiği rüzgarlarla vebayıda beraberinde getirdiğine inanılan demon.

Sin: Ay-tanrı. Sümerlilerin en büyük kozmik tanrısıdır. Güneş-tanrı Şamaş´la yıldız-tanrı İştarın babasıdır. Evren-tanrı Enlil´le evren-tanrıça Ninhil´in oğludur. Akad´lar, eski Araplar ve Hitit´lerce tapılmıştır. Tevrat´ta da onun sözü edilir ve peygamber İbrahim´in çıktığı kent olan Ur´da onun egemen olduğu anlatılır. Sin, Sümer inançlarında birinci büyük tanrı üçlüsündendir. Kimi incelemeceiler bunu Mezapotamya´ya göçeden Sami ulusların etkisiyle bağlarlar.

Şullat: Fırtına ve kötü hava habercisi tanrıça.

Tiamat: Tuzlu su-tanrıçası. Tatlı su-tanrı Apsu (ya da Ab-zu)´yla birlikte evrenin ilk varlıklarıdır. Sümer´lerin Enuma Eniş (Gökyüzünde) adlı yaratılış efsanelerinde evrenin bomboş olduğu bir ön zamanda bu iki varlığın bulunduğu belirtir. Evren, bütün tanrılar ve insanlar bu iki varlıktan, eşdeyişle su´dan meydana gelmiştir. Tatlı ve tuzlu suların birleşmesinden ilkin erkek yılan Lakmu (Lagma biçiminde de yazılıyor)´yla dişi yılan Lakamu (Lagama biçimindede yazılıyor) doğuyor.Bunların birleşmesinden de Anşar (Gök. An-sar biçiminde de yazılıyor) ve Kişar (Toprak. Ki-sar biçiminde de yazılıyor) meydana geliyor. Tanrılar ve insanlar işte bu gökle yerin birleşmesinden doğuyorlar.

Temmuz: Sümer´lerin Dumuzi´sinin Sami´lerdeki adı. Tamuz ve Tammuz biçimlerindede yazılır ve söylenir. Kaynağı Sümer tanrısı Dummuzi olan Temmuz giderek Anadolu´da Attis ve Adonis´e dönüşmüştür. Bütün bunlar bitkilerin ölen ve yeniden dirilen tanrısı´dırlar. Bu tasarım, doğanın sonbaharda ölüp ilkbaharda yeniden canlanışını simgeler. Bu tanrılarda doğa gibi, sonbaharda ölüp ilkbaharda yeniden dirilerek aşk ve bereket getirirler. Sonbaharda ölümleri aşk yüzündendir, kışı yeraltı ölüler ülkesinde geçirişleri aşk yüzündendir, ikbaharda yeryüzüne dönüşleri aşk yüzündendir. Sümerlerden Yunanlılara kadar çeşitli bölgelere ad değiştirerek süregelen bu temel efsanede aşk ve şehvet doğurganlığın, bereketin, bolluğun simgesi sayılmıştır. Doğal yılın en verimli ayı sayılan Temmuz ayı da adını burdan alır. Bu tanrının sevgili ya da karısı da Sümerlerde İanna ya da İnanas, Samilerde İştar ya da Aştart ya da Aştoret´tir. Kimi anlatımlarda yeraltı ülkesine giden Temmuz değil, Aştart´dır. Orada tutuklanmış, bu yüzdende yeryüzünde aşk ve bereket kalmamıştır. İnsanların ve hayvanların üremesi durmuş, bitkiler açmaz ve tohum vermez olmuştur. Tanrılar bunu önlemek için kadınsı bir erkeği yeraltına göndererek Aştar´ın yeniden yeryüzüne dönmesini sağlamıştır. Akad anlatımlarındaysa İştar, genç kocası Temmuz´u aramak için yeraltı evrenine iner. Sümer anlatımlarında İnanna, yeraltı evlerinden çıkabilmek için, kocası Dumuzi´yi rehin bırakır. Ama bütün bu anlatımlarda tanrı ve tanrıçalar kış aylarını yeraltında, yaz aylarını yeryüzünde geçirirler; ölür ve yine dirilirler, ölmekle doğadaki canlılığa son verir ve dirilmekle doğayı canlandırırlar.

Utu: Güneş-tanrı. Ud ya da Ut da denir. Mezapotamya metinlerde Babbar, Asur ve Hitit metinlerinde Şamaş adıyla anılır. Adalet-tanrı Kittu ve hak-tanrı Meşarru onun çocuklarıdır. Sümer zincirinde ilkin var bulunan su´dan An(Gök) doğuyor, sonra Ki(Toprak) ve bunalrın birleşmesinden Enlil(Hava) doğuyor, işte Nana(Ay)-Utu, (Güneş)-İnanna (Aşk ve savaş) onun çocuklarıdır.

Utnapiştim: Sümer´lerin Nuh´u. Babil diliyle yazılan tabletlerde bu adla anılan tufan kahramanına Sümer´lerin Ziusudra dedikleri sonradan anlaşılmıştır. Utnapiştim´e Sümer´lerin Nuh´u demekten daha iyisi Nuh´a Yahudilerin Ziusudra´sı demektir, çünkü bu öbüründen onbeş yüzyıl öncedir. Şurrupak kentinde kralmış, bilgeymiş ve rahipmiş. Adının sözcük anlamı "hayatı gören"dir. Ubara-Tutu´nun oğluymuş. Tufan´ı atlattıktan sonra ölümsüzlüğe kavuşan ve tanrılarca Dilmun(Cennet)´da yaşamasına izin verilen Utnapiştim aynı zamanda atası bulunduğu Gılgamış´a ünlü su baskınını şöle anlatır: İnsanlar çoğalıp gürültü yapmaya başlamışlar. Tanrıların gözüne uyku girmez olmuş. Bunun üzerine insanları yok etmeyi planlamışlar. Tanrı Ea "önceden verdiği sözü tutarak" bu karardan Utnapiştim´i haberdar etmiş ve bir gemi yapmasını sağlamış. Geminin yapımı bitince tufan patlamış. Öğlesine korkunç bir kasırga başlamışki "tanrılar bile korkularından göğün en yüksek katına kaçmışlar, orada sokak köpekleri gibi titreyerek duvar dibine sinmişler". Altı gün ve altı gün gece boyunca gök ve yer birbirine karışmış. Öyle ki " cennetin ve cehennemin tanrıları ağlayışıp durmuşlar". Yedinci gün başladığında tufan yatışmış, Utnapiştim´in gemisi de Nisir dağının tepesine oturmuş. Orada gemiden inip adak kurbanını kesmişler. "Tanrılar tatlı kokuyu alınca dağın başına sinekler gibi üşüşmüşler". Tufan´ın düzenleyen tanrı Enlil çok kızmış, tanrı Ea´ysa kendisinin haber veridiği yadsımış ve "bilge kral Utnapiştim olacakları düşünde görmüş" deyip işin içinden sıyrılmış. Çaresiz kalan tanrılar toplanmışlar ve Utnapiştim´le karısına ölümsüzlük bağışlayıp "çok uzakta" yaşaması için Dilmun´a yerleştirmişler. Bu yüzden Sümer´ler ona Uzaktaki de derler.

Budizm’de İnanç ve İbadet

Budizm’de İnanç ve İbadet

Budizm’de inancın temeli “ Buda’ya sığınırım, Dhamma’ya (dine,doktrine) sığınırım, Sangha’ya sığınırım (Rahipler Cemaati,dünyanın en eski bekar rahipler topluluğu)” cümlesi oluşturur.Bunlardan birini inkar eden kişi budist sayılmaz ve Budizm’e girmek için yukarıdaki cümleyi söylemek gerekir. Sangha’ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler.

Budizm’ de mabetlere “Vihara” denir. Budistler Karma- Ruhgöçü’ne inanırlar. Vihara da ayda 2 kez bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler. Bazı dinlerde olduğu gibi Budizm’de de bir kurtarıcı bekleme inancı vardır. Kurtarıcının isma Metteya veya Maitreye’ dir. İnançlarına göre Metteya tüm dünyayı düzeltmek olarak gelecek ve Buda’ nın tamamlayamadığı dini tamamlayacaktır.

İbadet Stupa denilen mabetlerde yapılır. Stupalar helezoni yapıda inşa edilmiştir. İbadet için Stupaya giren Budist önce Buda’nın heykeline saygı gösterisi yapar; O’na çiçek ve tütsü sunar, Budistler kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda heykeline tazimde bulunarak,ibadet ederler. İbadetlerinde klişeleşmiş dua ve söz yoktur.

Budizm’in kutsal ziyaret yerleri ;
Budanın doğum yeri( Lumbin)
Aydınlanma yeri (Bodhi Gaya)
Buda’ nın ilk vaaz verdiği geyik parkı (Sarnarth’da)
Buda’nın öldüğü Uttar_Prades şehri,
Ganj nehri